CUMHURBAŞKANLIĞI  SİSTEMİ HAKKINDA SON DEĞERLENDİRMELER.


Kıymetli okuyucularım;


16 Nisan 2017 tarihinde halkoyuna sunulacak 18 maddelik anayasa değişikliği hakkında aylardır yapılan tartışmaları hepiniz takip ediyorsunuz. 


Bizim de bu konunun MHP Genel Başkanı tarafından gündeme getirildiği 11 Ekim tarihinden itibaren yaklaşık on civarındaki yazımızı hukuk ilkeleri doğrultusunda ağırlıklı olarak bu tartışmalara ayırdığımız sizlerin malumudur.


Bugüne kadar görsel ve yazılı basında yapılan tartışmaların ağırlıklı olarak getirilmek istenen değişikliklerin muhtevasına ilişkin olduğunu, liderlerin meydanlara çıkmasıyla birlikte ise daha çok “anayasa hukuku” ilkeleri dışında  ''günlük siyaset” dilinin hakim olmaya başladığını müşahede ediyoruz. 


Bu durumda bizler de; tartışmaların dönüştüğü mahiyeti dikkate alarak, referanduma sunulan anayasa değişikliği hakkında değerlendirmelerimizi meydanlardan yansıyan tezler doğrultusunda yapmak durumundayız.


Değerlendirmelerimize geçmeden önce “anayasa” dediğimiz “üst normun” bir toplum için ne anlama geldiğine dair kısa bir bilgiyi paylaşmamız gerekiyor: 


Anayasalar öncelikli olarak devlete karşı vatandaşların “temel hak ve hürriyetlerini” hukuken güvence altına almak için ortaya çıkmış ve bu amaç doğrultusunda devletin yönetim biçimi ve kuruluşuna dair teşkilatlanmasını belirleyen ve toplumsal mutabakatla hazırlanan temel hukuk metinleridir. 


Yani anayasaların birinci önceliği, mevcut anayasamızda da bulunan ve 25 başlık altında toplayacağımız “TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN” korunmasıdır. Bu hakları koruyabilmenin medeni dünyada bugün için bilinen ve kabul tek yöntemi ise, “kuvvetler ayrılığı ilkesinin” tesis edilmesi ve ısrarla muhafaza edilmesidir. Bu ilke korunduğu sürece seçilen yönetim sisteminin adının ve mahiyetinin ne olduğu çok da önemli değildir. 


•    Öncelikli olarak anayasa değişikliğinin gerekçesi olmak üzere ileri sürülen, “milletin birliği ve devletin bekâsının” tehlike altında bulunduğu tezi ile bu değişiklik arasında doğrudan ve zorunlu nasıl bir ilişki bulunduğunu hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Yine “tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan” nutuklarının anayasa değişikliğinin gerekçesi ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır. Aksini kabul etmek, bizleri  bu unsurların bugüne kadar var olmadığı sonucuna götürür ki, böyle bir varsayımı hiç birimiz kabul edemeyiz. Bu sebepledir ki bu yöndeki vurgularla millî duygularımız “evet” yönünde algı yönetimine kurban edilmektedir. 

•    Aynı şekilde “istikrârlı ve hızlı karar alabilen” hükûmet ihtiyacının AKP’nin iktidara geldiği 2002 tarihinden itibaren en azından 2019 yılına kadar mevcut olmaması karşısında, bu ihtiyacın “sahih ve aktüel” olmadığını da ifade etmeliyiz. Bu vesileyle ifade etmek gerekirse Türk milliyetçileri;  güçlü ve hızlı karar alabilen hükûmet oluşumlarına, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti doğrultusunda daima taraftar olmuşlardır. 


•    Getirilmek istenen değişiklikle, 2014 yılında doğrudan halkoyuyla seçilen Cumhurbaşkanından sonra “yürütme organının” Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında iki başlı bir görüntü sergilemesini ortadan kaldırmak istiyor olsak bile, bu ihtiyaç sebebiyle yapılacak değişikliğin kapsamına “yasama organı” olan TBMM’ni etkisiz hale getirmenin ve “yargıyı” doğrudan ve dolaylı olarak “yürütme organının” etkisine niye soktuğumuz sorusuna hâlâ cevap verebilmiş değiliz.

•    Bu haliyle adına “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” dediğimiz değişiklikte, KUVVETLER AYRILIĞI ilkesinin korunmadığı, her türlü tartışmadan uzak bir şekilde açıkça ortadadır. Bilindiği ve en az 228 yıldır İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİYLE tekrarlandığı üzere “kuvvetler ayrılığının bulunmadığı bir sistemde anayasa yoktur” hükmü ortada iken, yapılmak istenen değişikliği “hukukun üstünlüğü” ve “demokratik” ilkelerle nasıl izâh edeceğiz ?


•    Bu ilkeler doğrultusunda ve Anayasa değişikliğinin savunması kapsamında meydanlara taşınmış olan tartışmalara baktığımızda ise, kuvvetler ayrılığı ilkesinin etkisiz hale gelmiş olduğu “zımnen” kabul edilerek, hükûmet icraatının “işin sahibi olan millet tarafından 5 yılda bir seçim sandığı yoluyla denetleneceği” ifade edilerek, “yargı” ve “yasama” denetiminin anlamsız olacağına dair tezler çok açıkça ileri sürülerek, tarihin akışını tersine çevirmek istediğimizin farkında mıyız?
 
•    Demokrasilerde muhakkak ki,  adına “millî irade” dediğimiz “sandık sonuçları” olmazsa olmaz kurucu bir unsurdur. Ama hiç kimse yazdıklarımızı istismar etmeden bilinmelidir ki, sandıktan çıkan “yönetme hakkı” hukukun içinde kalarak ve denetime tabi olacak şekilde kullanıldığında, ancak demokratik hukuk devletinden bahsedebiliriz. 21.yüzyılda demokrasi ve hukukun üstünlüğünü “ben hesabımı ancak 5 yılda bir ve sadece sandıkta millete veririm” şeklinde anlamak ve bu şekilde savunmak mümkün değildir.


•    Sözde millî irade savunucularına ifade etmek isteriz ki, millet adına denetim görevini yerine getirecek olan “yasama organı” ve “yargı” da hukuk ve millet iradesi adına görev yapmaktadır. Bu sebeple kimse sandık sonuçlarını “seçimle gelinmiş tek adamlık sistemi” olarak anlamak keyfiyetine sahip değildir.

•    Bu tespitimi abartılı bulan okuyucularıma birer cümleyle ifade etmek isterim ki; referanduma sunulan anayasa değişikliği ile “yürütme organını” tek kişi temsil etmekte olup, yeni sistemde bu yetkiyi kayıtsız şartsız Cumhurbaşkanı kullanmaktadır.

 
•    Başkana tanınmış olan KARARNAME yetkisi ile ve meclis onayı olmaksızın kullanılacak yetkinin kapsamı, “YÜRÜTMEYLE İLGİLİ OLMAK ÜZERE” diye belirlenmiş ve yaklaşık mevzuatımızın % 70’ini teşkil eden konularda olmak üzere, TBMM’nin yetkisi bu oranda Cumhurbaşkanına devredilmiş olmaktadır.

•    TBMM;  Cumhurbaşkanı, yardımcıları ve MEMUR bakanları 400 milletvekili sayısı ile YÜCE DİVANA gönderme dışında, vatandaşların da kullanabildiği BİLGİ EDİNME KANUNU kapsamındaki “yazılı soru”, “genel görüşme” ve “ meclis araştırması” türünden ve yaptırımı bile bulunmayan “denetim” yetkisi dışında bir mekanizmaya sahip değildir.

 
•    Meclislerin en temel haklarından olan “Bütçe Kanunu” REDDETME hakkına bile sahip olmayan bir TBMM’nin hangi millî iradeyi ve ne adına temsil edeceği soruları da ortada kalmaktadır.

•    HSK ve Anayasa Mahkemesine seçilecek üyelerin ağırlıklı olarak doğrudan ve dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçileceği yargının ne kadar “tarafsız ve bağımsız” olabileceği ve temel hak ve hürriyetlerin güvencesi olabileceğine dair soruların cevabı da ortadadır.


•    Bütün bu sorularımıza karşılık olarak da, tartışmalarda hukuki güvenceler göstermek yerine seçilecek Cumhurbaşkanının yetkilerini bu şekilde kullanmayacağına dair temennilere itibar etmemizin beklenmesi de, hukuk zihniyeti bakımından ibretlik bir tabloyu oluşturmaktadır. 

•    SON SÖZ; Millet iradesini ve sandık sonuçlarını her Türk milliyetçisi “meşrûiyetin”  kaynağı olarak görmekle birlikte, bu meşrûiyetin korunabilmesi için sandıktan çıkan sonuçların temel hak ve hürriyetleri koruyacak şekilde ve “hukuk” içinde kullanılmasını vazgeçilmez olarak görmektedir. Bizlerin referanduma dair kararları, kimin ne dediğinden, nerede durduğundan bağımsız olarak EGEMENLİĞİN KAYITSIZ, ŞARTSIZ MİLLETE AİT OLDUĞU referansıyla şekillenmektedir.

Analiz - Rubil GÖKDEMİR

Editör: TE Bilişim