1789 Fransız ihtilali sonrası uygulanan “insan ve yurttaş hakları bildirisi” yeni çağın milli devletlerinin kuruluş manifestosudur.

Özel mülkiyet hakkı ve özgürlükler ile yepyeni bir döneme girilmiş, egemenlik hakkı yalnızca millete devredilmiş, hiç kimse milletten kaynaklanmayan iktidar gücünü kullanamaz, kullanmasına izin verilemez denilmiştir.

Fransız ihtilali ile birlikte milliyetçilik akımları tüm dünyaya yayılmıştır.

Bu durum aynı zamanda yeni bir ekonomik düzeni beraberinde getirmiştir.

Her siyasi değişim aynı zamanda kendi ekonomik sistemini oluşturur.

Avrupa’daki güçlü milli devletlerin dönemi hızlı sanayileşme ile birleşince bu durum milli ekonomik düzeni beraberinde getirmiştir.

Köleliğin yerini alan çağdaş işçi sınıfı ile birlikte hızla sanayileşen milli devletler kendi markalarını da yaratmışlardır.

Sanayileşmeyle birlikte teşvik edilen buluş ve icatlar döneminde, hızlanan ekonomik kalkınma, aynı zamanda bazı sorunlar yaratmakla birlikte yeni sınıf olan işçi haklarının önemini ileride kaçınılmaz kılacaktır.

Bizim tarihimiz hızlı sanayileşme dönemlerini kaçırdığından,1923 sonrası kurulan cumhuriyetin ilk işi milli sanayisini yaratmak oldu.

Milli sanayi yeni milli devletlerin olmazsa olmazıydı.

Güçlü milli bir ekonomi, aynı zamanda güçlü bir “milli devlet” demektir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında her alanda üretim için, devlet eliyle fabrika kurma seferberliğinin nedeni buydu.

Çok geç kalınmış olduğundan, ileri sanayileşmeye yetişmek mümkün değildi.

Gelişmiş uluslar otomobil üretirken, biz örneğin; o dönem için öncelik arz eden kibrit ve kumaş üretimine daha yeni yeni başlıyorduk.

1950’lere gelindiğin de; mevcut iktidar işin kolayına kaçarak, üretmek yerine ithalatı tercih etti.

Milli ekonominin yerini, ithal ekonomik model almıştı.

Bunun nedeni geçmişten gelen gecikmiş sanayileşme olduğundan, o dönemin modern üretim sistemlerini kuracak ne zamanımızın ne de tasarruf ve tecrübemizin yeterli olmadığı düşüncesiydi.

1960’lı yıllara gelindiğinde; dünyada işçi ve üniversite hareketlerinin yükseldiği dönemlerdir.

O dönemlerde ağır sanayileşme hareketleri hepten durdu, ithalat üretime tercih edildi, milli sermayede yerli üretimi teşvik yerine, montaj sanayii kurarak kolay para kazanmak tercih edildi.

Gümrük duvarlarına saklanan sermaye kolayca para kazanıyordu.

Avrupa’ya yakın oluşumuz ithalatı arttırırken, ağırlıklı olarak eksik olan ulaşım, telefon, elektrik, su gibi altyapı harcamalarına ağırlık verildi.

1970’lere gelindiğinde Kıbrıs meselesi nedeniyle Türkiye’ye özel ambargolar ve petrol krizi ithalatı kısıtlarken ekonomiyi hepten kilitledi.

1980’ler… Serbest ekonomik düzene geçince, zaten tasarrufu olmayan ülke olduğumuzdan, İthalatın ani bir hamleyle cumhuriyet tarihinin en zirve yaptığı yıllardır.

Bir yandan devlet sadece altyapı işleriyle ilgilenirken, serbest bırakılan ithalat ile ekonomi tamamen dışa bağımlı hale getirilmişti.

Ülke hızla şehirleşiyordu ama her şey plansız ve hazırlıksızdı.

Çarpık yapılar ve gecekondular ile göçler yaşanıyor, halk köyden kente, metropollere doğru hızla akın ediyordu.

Elektriğin hızla her yere getirilme politikası, enerji kullanıcısını arttırırken, tüketimde artarak insanlar daha çok elektrikli ev aletleri satın almaya başladılar…

Tabii ki; elektrikli ev aletlerinin ana ve montaj parçaları da ithaldi.

Hızla asfalt tarzı yollar yapılırken, haliyle otomobil tüketimi de teşvik edilmiş oluyordu…

Yabancı markaların Türkiye’deki taşeronları vasıtasıyla kurulan otomobil montaj sanayii, gümrük duvarlarına saklanıp, yerli tüketiciye yönelik kalitesiz ürünlerden kolay para kazanmaya alıştırıldı.

1990’ların finansal sektördeki sorunlar ve hızlı ithalat nedeniyle ekonomik krizlerin de yaşandığı aşırı istikrarsız yıllardır.

1995 yılında gümrük duvarları kalkınca, bu seferde zaten kıt olan yerli sermaye ile yabancılar arasındaki rekabet eşitsizliği nedeniyle, ucuzlayan ithal ürünlerin tüketiminin daha da artması teşvik edilmiş oldu.

2001 krizi, geçmişten gelen bu birikmiş sorunların patlama noktasıydı.

2001 krizi sonrası, bankalar ve reel sektör özelleştirmeleri sonucu sistem tamamen yabancıların eline geçmiş oluyordu.

Zaten sermayesi kıt olan milli ekonomimiz, bu son hamle ile tamamen yok edilmişti.

2001 sonrası dünyada ucuz dolar nedeniyle, ithalat daha da kolaylaştı.

Telekom internet ağları kurulunca, bilgisayar satışları da patladı...

Bilgisayar sektörü parçaları tamamen ithaldi.

Cep telefon ağları genişlerken, dijital teknolojili ithal telefon satışları da patladı…

Türkiye dışarıdan gelen sermayenin açtığı kredilerle hem tüketim teşvik ediliyor hem de reel sektör hızla borçlandırılıyordu.

Böylece; milli sermaye üretime dayalı olmayan ekonomik sistemimiz, dış sermayeyle birlikte tamamen ithalat bağımlısı oluverdi…

2015 yılına kadar ucuz ve bol dolar döneminin resmen sonuna gelindiğini ABD Fed Başkanı Yellen, faiz artışına gidileceğini söyleyerek, dünyaya duyurmuş oldu.

ABD doları, tüm para birimlerine oranla hızla değer kazanmaya başladı.

Bu durum Türkiye’de ABD dolarıyla satın alınan ulaşımın, tarımsal ve hayvansal üretiminin ham ve yarı madde ithalatına bağlı olan her şeyin maliyetinin yükselmesine yol açıyordu…

Ve böylece bu aşırı teknolojik ithalata dayanan ekonomik dönemin de sonuna gelindi, şimdi kriz derinleşse de, satacak ne fabrikamız ne de bankamız kaldı.

Milli sermayeye dayalı güçlü ekonomiler ayakta kalabilmek için, dışarıya asgari ölçüde bağımlı olması gerekirken, biz ise neredeyse tam bağımlıyız…

Bu günlere kadar gelen krizler, geçmişin biriken yapısal sorunlarının bir toplamıdır.

Milli ekonomilerini kuramayan üretim yapamayan ekonomiler, sürdürülebilir ekonomiler değildir.

Sonuç olarak; günü kurtarmaya yönelik tavizler verilmeden uygulanan planlı, insan kaynakları eğitim ayağına önem çok veren, yerli üretimin payını ve buluşçuluğu teşvik edici, uluslararası güvenilir marka yaratan ekonomik üretim modellerine geçemediğimiz sürece, bu ekonomik yapısal sorunlar sonucu krizlerle biten gerçekler intikamını acı acı alacak ve almaya da devam edecektir…