Her biri ayrı telden çaldığı için parça bölük olmuş, bu yüzden de, neredeyse, fikir hareketi hüviyetini kaybetmek üzere olan “Ülkücülük”, diğerleri yetmezmiş gibi, bir de referandum üzerinden bölünüyor.

“Üzüm üzüme baka baka…” kuralı en çok siyaset dünyasında işliyor olacak ki küçük sağ parti büyüğün izinden gidiyor, her geçen gün ona daha çok benzeyerek ve onun yaptıklarını kendi içinde sadakatle tekrar ederek:

“Millet iradesi!” diye bağırışları mesela. Bizim memleketin büyük partilerinin siyasetçileri ne zaman bir çuval inciri berbat edip, işi içinden çıkılmaz hale getirdikleri için aleyhte seslerin yükseldiğini duymaya başlasalar; “Sandık esastır”, derler de, memlekette kendilerini seçtiren sandıktan başka sandık bırakmadıklarını söylemezler hiç. Teorik anlamda seçme yetkinliği en yüksek olan diploması en kalın adamların, öğretim üyelerinin,  kendi rektörlerini kendilerinin seçtiği sandığı kaldırdıklarından hiç bahsetmezler mesela… Büyük bunu eder de küçük kenarda mı durur? Darbe teşebbüsünün de tesiriyle, ihale kapma ve alengirli bir şekilde boşaltılan makamlara tüneme gibi işler dışında pek dışarıda görünmeyen, evde oturan yüzde ellinin her zaman yetmeyeceğini fark eden muktedir kesimin belli isteklerini dile getirmekten imtina ettiği bir dönemde, yine şapkadan tavşan çıkararak – birkaç ay önce kendisinin de şiddetle karşı çıktığı- bitmiş bir tartışmayı başlatmak bir yana, fiili alana getirmesini eleştirenlere “Milli iradeyi esas kıldık!”  diye öfkeyle haykıran sayın bilge, kendi içindeki, katıksız milli üstelik ülkücü iradenin, demokratik kurallar dâhilinde ve hayli efendice dile getirdiği, parti içindeki değişiklik isteğini şiddetle reddetmiş, “helal süt içmiş reislerin başı” Cemalciği eliyle de, bu isteği mahkemelerde süründürmekten imtina etmemiştir.

Olmayan iki başlılığın- zira bu ülkede son on beş yıldır kabinedeki bakanların sayısı, meclisteki muhalif milletvekillerinin oranı ve hatta iktidar partisinde var olduğu rivayet edilen muhalif isimlerin ederine rağmen tek kişinin kararları esastır.-  güya “beka sorunu” yaşayan devleti zor durumda bıraktığı iddiasıyla, milleti, meşrutiyeti çağrıştıran bir rejim değişikliğine götürenlerin, bütün itirazları “zann” iddiasıyla reddedip karşı düşüncedekileri dinî ve ideolojik tekfirle bertaraf etmeye çalışırken, kendi iddialarını vahiyle sabit “nass”mış gibi topluma sunmaları sözde milliyetçi bu güruhun düşünce özgürlüğü mevzuunda da abisinden farkı kalmadığını göstermektedir.

Bir şeyin doğruluğu yada yanlışlığı kimin ona taraf olduğu/ kimin ondan bahsettiği ile değil hakikat ölçüsüne yakınlığı ve uzaklığı ile ölçülür.  Bir Liberalin: “ Ey Ülkücüler, bakın bu Sosyalistler toplumcudurlar. Toplumculuğu desteklerseniz komünistlerle birlikte olursunuz. Gelin ferdiyetçi olun!” çağrısına uymak nasıl ahmakça olursa bu gün bu mevzuda da kimin “evet” kimin “hayır” dediği üzerinden oluşturulacak bir yargı da en az örnekteki kadar saflık içerir. 

Kamu- Sen baskını, zorbalıkta kimin daha büyük olduğu hususunda tereddütlere sebep olması bakımından diğerlerinden ayrılır. Bir dahaki yazımızda Türk Eğitim- Sen özelinde bağımsız bir yazı kaleme alacağımızdan ayrıntılarına girmeyeceğimiz bu fiil, sadece basan çoluk çocuk açısından değil bastıranlar içinde kara bir leke olarak milliyetçi hareket tarihinde yerini alacaktır. Bu sendikayı kimlerin kurduğu da kimin kurdurduğu da bu kadar ayan beyan ortadayken, Doğu ve Güneydoğunun birçok yerinde parti ve ocaklar bir tabeladan ibaret, binalar İYA (İnsansız Yaşam Alanı) durumunda iken bütün tehditlere ve genel merkez ihanetlerine rağmen bu davayı oralarda yaşayan, yaşatan ve koruyan hepsi vatansever büyük çoğunluğu ülkücü kamu çalışanlarının genel merkezine yapılan bu alçak saldırının tevili de tarifi de olamaz.  Bu,  büyük tanrı-kralı yaratacak bir sistemde kendisi de kendi etki alanında büyük tanrı-krala bağlı tanrı-kralcık olma hevesinin erken tezahürü olarak açıklanabilir anca. 

Bir de yaftalama meselesi var ki evlere şenlik… Milli görüşçülerin yağan yağmuru Siyonizm’e, esen rüzgârı Yahudi’ye bağlamalarından da beter…  Kendileri gibi düşünmeyen herkes satılmış, herkes hain, herkes ajan… Kişi, kendi gibi bilirmiş herkesi ya o minval bu minval diyeceğim de bir kısım arkadaşıma kıyamıyorum. Ama şunu söylemeden edemeyeceğim. Dün muhalif harekete, yazıları ve söylemleriyle en sert çıkışları yaparken  “Alişan Reis”ti de “Satılmış” olduğu size muhalefet edince mi aklınıza geldi?  Atsız’ın adını bilmeyen Metin, saldırmayı bir şartlı refleks haline getirmiş Yıldıray ile şükürsüz Şükrü has ülkücüdür de Servet abi mi ülkücü “Avcı”sı olmuştur. 

Ezcümle, hareketi robotlar ordusuna, cemaat dergâhına, tarikat tekkesine çevirmeyin efendiler. Bırakın herkes şahsiyetiyle var olsun, hür iradesi ve kendi fikri ile yapsın yapacağını, atsın atacağını. Bırakın bari hatıralarımızda bu kurum o bildiğimiz temiz ve idealist haliyle kalsın.

Nasıl olsa her iki halde de siz artık olmayacaksınız.