Türkiye tarihinin en ciddi terör saldırıları ile karşı karşıya. Bir taraftan DEAŞ terörü ile boğuşulurken bir tarafta PKK terörü ile mücadele ediyor.

PKK Marksist bir örgüt,son yıllarda ideolojik yapısında esnemeler yaptıysa da Marksizm hala en baskın yanını oluşturuyor.

DEAŞ veya IŞİD ise güya İslami bir örgüt. Kullandıkları metotlara bakıldığında hiçbir fark görmek mümkün değil. İkisi de öldürüyor,ikisi de intihar bombacısı kullanıyor,ikisi de sivil,asker, erkek kadın ayırımı yapmıyor. Demek ki sorun  ideolojik referanslarından  çok içerisinde bulundukları durumu nasıl algıladıklarından kaynaklanıyor.

Yıllardır arka arkaya yapılan politik yanlışlar olmasaydı bugün bu ölçüde bir terör saldırısı ile karşı karşıya kalmayacaktık. 2012 yılında PKK’ya karşı ciddi bir mücadele başlatıldı. Yüzlerce militan etkisiz hale getirildi. Örgüt tam militan bulamaz hale gelmiş,kendi canının derdine düşmüşken birden bire bir çözüm süreci ihdas edilerek örgüt devletin pençesinden kurtarıldı. İki buçuk yıl süren çözüm süreci boyunca –örgüt yaralarını sardı,silah,mühimmat eksikliklerini giderdi- 16 Haziran 2015’de de Devrimci halk savaşı başlattığını Bese Hozat’ın ağzından ilan etti. Bugün verilen her şehit,ödenen her bedel o gün yapılan yanlışların bir neticesidir.

PKK Hendek Savaşını niye başlattı,bu kadar kayıp vereceğini hiç düşünmüyor muydu  sorusu sorulabilir. Ayn el Arap motivasyonu PKK’ya Türkiye’den de bir parça koparabilecekleri umudunu verdi. Örgütün şehirlere inmesi rast gele yapılmış bir tercih değildi. Ülke ne kadar tahrip edilir,devlet ne kadar sert tepki verirse PKK uluslararası zeminlerde ,özellikle milletlerin kendi kaderini tayin hakkı bağlamında  mevzi kazanacağını düşündü. Zira,uluslararası toplum –kendi kaderini tayin hakkını- çok zor şartlara bağlamıştır. Başta deniz aşırı sömürgeler için kullanılan bu hak günümüzde ancak  egemen bir devletin içinde hakları sürekli ihlal edilen,kimliği koruma talebi ret edilen,ağır baskılarla yok edilmeye çalışılan halklar için kullanılmaktadır. Anlaşılacağı gibi demokrasinin işlediği ülkelerin içindeki topluluklar bakımından böyle bir hak mevcut değildir.Uluslararası camia da buna cevaz vermemektedir. İşte PKK’nın binlerce militanını hendeklerin arkasına sürmesinin arkasında bu mantık yatıyor. Türkiye terör örgütüne yönelik operasyonları artırdıkça Batı’ya dönüp –kendi kaderimizi tayin etmekten başka çare kalmadı, haklarımız verilmiyor,imha ediliyoruz diyeceklerdi. Nitekim, dediler de. Demirtaş,  Birleşmiş Milletlere müracaat edecek kadar işi ileri götürdü.

Ancak  bugün için bunun çok fazla inandırıcı olmayacağı açıktır. Çünkü çözüm sürecinde yapılan düzenlemeler PKK’nın istismar edeceği alanı çok daraltmış,kimlik erezyonu ve asimilasyon iddiaları ile ilgili şikayetleri inandırıcı olmaktan çıkarmıştır. Okullarda seçmeli ders olarak okutulan Kürtçe ile dilimizi öğrenemiyoruz yalanı çökmüş,mahkemelerde her dilden savunma yolunun açılması,TV ve radyo yayınlarının serbestleştirilmesi  diğer iddiaları temelsiz hale getirmiştir. Kendi kaderini tayin hakkı için uluslar arası camianın desteğine oynayan PKK şimdilik bu amacına ulaşmamıştır. Ancak bunun ebediyen böyle devam edeceği düşünülmemelidir. Terör örgütü güç buldukça  amacını gerçekleştirmek için her yolu deneyecektir. Önemli olan örgüte ve onun arkasında tetikte bekleyen güçlere bekledikleri malzemeyi vermemektir. Bunun yolu da temel hak ve hürriyetleri korumak,demokrasinin standartlarını yükseltmek ve bölge halkını  mutlaka devletin yanına çekmektedir.Zira halkı kaybedilen hiçbir toprak parçası uzun süre elde tutulamaz. Aslolan terörle mücadele ederken halkı da kazanmak,milli bütünlüğe ikna etmektir.Düne kadar Ortadoğu toplumları için Türkiye bir model,kendi ülkelerinde gerçekleştirmek istedikleri bir hedefti. Bugün Türkiye o itibar skalasının çok gerisine düşmüştür.Terörle mücadelenin önemli bir rüknü de ülkelerin çekim gücüdür. Türkiye ne kadar çok cazibe merkezi olursa ayrılıkçı talepler o kadar zayıflayacaktır.