Bilim der ki;

Dünya kendi ekseni etrafında 1000 mil hızla dönüyor.

Güneşin çapı tahmini 813 bin mil. 93 milyon mil uzaklıkta olan bu ateş topunu ve yaşadığımız yerküreyi insanlık hala keşfetmek derdinde. NASA ve UESA harıl harıl evreni tanımak derdinde uğraşta…

1946 yılında ilk bilgisayar yapıldı. Bilgisayar faresi (Mouse) ise 1964’de…

Çamaşır makinesinin icadı 1908.

1947 tarihinde ABD’nin yaptığı uçaklar ses hızını geçmeyi başardı.

Asansör ilk defa Versailes Sarayında kullanıldı; 1743. 15. Louse’nin odasına monte edilmiş.

1860 yılında Londra halkı metro (yeraltı aracı) ile tanıştı.

İlk Televizyonun tarihi 1923, İngiltere’dir.

1950. Fransızlar ilk helikopteri uçurdu.

1938. ABD’de fotokopi makinasıyla tanışıldı.

Bu verdiğim misaller gelişmiş dünya “ki batı toplumlarıdır” bizim aramızdaki paradigma, bilim ve gelişim aykırılığının vurgusudur.

Meşhur bir lakırdı, bilirsiniz.. TÜBİTAK’ın müdür yardımcısı bir Hayvanat Bahçesi müdürüdür. İşte, Mustafa Sancar’ın müdürü olduğu Türkiye Bilimsel Araştırmalar Kurumu’nun bir icraatını paylaşayım. TÜBİTAK’ın bir başkanlığı var; adı: Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı. 2016 yılında bu dairece ortaöğretim öğrencilerini araştırmaya özendirme, proje yarışması kotarıldı. Yarışmaya Giresun Şebinkarahisar İHL’de bir proje sundu; projenin adı şuydu:  “Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma.” Araştırma finale kalmıştı… Bir kızımız vardı, hatırlar mısınız? İlayda Şamilgil.. Tübitak bu kızımızın projesini beğenmemişti. İlayda’nın fizik alanında geliştirdiği proje Polonya’da birinciliğe ulaşmıştı; 5000 proje arasında birinciliği hak eden İlayda, TÜBİTAK’ın yüksek standardına layık değilmiş. Din ve ritüelleri bilim değil inançtır. Dini değerler manzumesini BİLİM nazarında kategorik alana alırsanız fahiş bir hatanın failisinizdir. Bilimin en özgün formunda (doğası gereği) yanlışlanabilirlik söz konusudur. Pekala biz inandığımız dinde neyi yanlışlayabiliriz?!. 

Bilim; bilgisayar ve nanoteknoloji, biyoloji, fizik, kimya, tıp, matematik, sosyoloji, iktisat ve çeperlerinde gelişen alt disipline unsurlarıyla saha ila laboratuvar ilintisinde pozitif düşüncedir. Yani doğruları yahut yanlışları açık, net kesindir!  

Batı şu dramatik gelişiminde aklın pozitif, nesnel evriminde sınırlarını çok ala çizerek ve koruyarak bizi fersah fersah geçmiştir. Son 5 asır içinde hiçbir Türk ve İslam buluşu maalesef olmadı. Kadızade Rumi gideli 586 yıl olmuş, Ali Kuşçu 15. Yy’da kalmış, üstüne bir de rasathanesini yıkmışızdır. Şükür ki günümüzde ABD’de olsa en azından Aziz Sancar gibi bir değerimiz var. Lakin bir düşünelim; Aziz Sancar, Türkiye’de bir üniversitede kalsa acaba Nobel’e uzanabilir miydi?!.

Tespitlerimizi net ve cesurca ortaya koymalıyız. Geri kalmışlığımızın sebepleri cehalet, taassup ve din algımız ile baştan ilintili. Hele Türk-İslam’a laik-dindar ayırmadan zarar vermeyen kalmamıştır. Maturidi, Ebu Hanifi, Hoca Yesevi, Bektaşi Veli gibi kutlu ulularımız var iken köhne Arap-Din algısıyla, ruhsuz sekülerizm arasında boğulan kimlerdir?!.

Otobüste kısa etek giydiği için uçan tekmeye maruz kalan kızla, Kubilay’ı şehit eden kafa arasında hiçbir fark aranamaz! “Hamile kadın sokağa çıkmamalıdır” diyen zihniyet, siyasetin üst perdesinde Akepe zihniyetiyle örtüşmüştür. Mustafa Kemal Türkiye’si bu noktada kaybederken, sebepler her açıdan tespit edilemedikçe işin içinden çıkmak pek zordur elbette…

Üniversiteler, sosyal kurumlar, iş dünyası, sendikalar ve siyaset kurumu aynı tarikatlar-cemaatler gibi köhneleşmenin dibindedirler. Farkındayız ki vahim manzara ve gidişatı tersyüz edecek olanlara ihtiyaç duyuyoruz. Kadim Türk felsefesini çağa yordayacak akılların doğum sancısını bekliyor haldeyiz.

Asrileşmek, Türkleşmekten vareste düşünülemez. Konu Osmanlılık değildir, böyle bir izdüşümün bizi yanlış sonuçlara getireceği aşikar… İlla ki Osmanlılık kaidesinde kabuller inşa edeceksek Fatih 2. Mehmed’in ufkunu anlamaya çalışalım yeter. O zaman göreceğiz ki medeniyet dairesini şekillendiren son imza Mustafa Kemal’e kadar onda kalmıştır. Demek ki ne Fatih Mehmed Han’ı ne de Mustafa Kemal’i hala anlayamamışız. Onları ve ilham kaynaklarını anlamadan da haritamızı çizemeyeceğiz.

Batılı beyaz adam akıl ve buluşlarını bütün insanlığın hayrına kullanmaktan imtina etmiş ve sömürünün de mucidi payesinin kazanmıştır. Aklı ve fenni ile tarihten çekilen Türk-İslam dünyasının yerini dolduran batı el-an fetret döneminde... Soru şu; biz Türkler bu gidişatın neresindeyiz?!. Kızsak da sövsek de batı aklının bizden bir şekilde emanet alındığını temsil ettiğimiz evvelki dinamik medeniyet tarihimizde görüyoruz. Coğrafyamız ve beşeri akıcılığımızın dikkate alındığında batı ile işimiz bitmemiştir. Rusya, Çin ve Hint yeni dünyanın kurgusunda olacaktır; bizim antropolojik ve kültürel köprü-sentez diyagramımız faal olmazsa kaybedeceğimiz yeni bir yüzyıl var demektir.

Bir yol ayrımının eşiğindeyiz; atacak hala yığınla saframız var. Yeni akledişler ve metot arayışımızda kaynaklarımızın ne olacağı ve Türklüğü tekrar medeniyet dairesine nasıl yerleştireceğimizi 20 asırlık bir okuma yapmadan çözemeyiz.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!