Ekonomi bilimi yazınında dünyanın yaşadığı ekonomik krizler iki ana başlık altında değerlendirilerek çözümlenir. Bunları yaşanan depremlere benzeterek bir değerlendirme yaparsak, Richter ölçeğine göre en fazla 5 şiddetinde, daha çok yerel veya küçük bir çap içindeki bölgesel düzeyde gerçekleşen ekonomik dalgalanmalar ve şiddeti Richter ölçeğine göre 7 ve üzerinde olan depremlere benzeyen ama daha uzun aralıklarla gerçekleşen küresel ölçekteki ekonomik dalgalanmalar. İkinci gruptaki dalgalanmaların en önemli ikisi 1929 ve 2008 Küresel Finansal Krizleridir. Büyük Kriz veya Büyük Çöküş olarak adlandırılan 1929 ekonomik krizi hakkında geçen zamana bağlı olarak, krizi değerlendiren binlerce kitap yazılmış ve akademik çalışma yapılmış olduğundan sebep ve sonuçları tam olarak ortaya çıkarılmıştır. Hatta, 2008 krizi sırasında Amerikan Merkez Bankasının (Federal Reserve Bank) Başkalığını yapan Ben Bernanke’nin doktora tezi 1929 krizindeki parasal önlemler konusundaydı. Bizim de şahit olduğumuz 2008 Küresel Finansal Krizinin yaşandığı dönemde iktisatçılar eş anlı olarak krizi analiz etme ve çözümler üretme şansı bulmuş ve konu hakkında binlerce makale yazmıştır. Hala, her ikisinin sebep ve sonuçlarını açıklama iddiasında pek çok makale yayınlanmaktadır.

Fazla detay ve teknik açıklamalara girişmeksizin küçük bir karşılaştırma yapmak gerekirse 1929 krizinin artçı sarsıntıları daha uzun sürse de 6-7 yıl içinde dünya ekonomileri yeni bir dengeye oturarak büyümeye tekrar başlamış, buna karşılık 2008’deki finansal krizden çıkış daha kısa sürede gerçekleştirilerek 18 ayda, hatta çoğu yerde daha kısa sürede eski performansını yakalamıştır. 29 krizinin açtığı hasarın parasal boyutu tam olarak hesap edilememiş, 2008 krizi 8 trilyon Dolarlık bir para genişlemesine sebep olarak kuruşuna kadar hesap edilen maliyetin içindeki 4 trilyon Dolar varlık değerlerinin erimesine bağlı olarak tamamen buharlaşmıştır. Rakamsal olarak açıklamak gerekirse 2008’de 63,7 trilyon Dolar olan dünya brüt üretimi 2009 yılında 60.4 trilyon Dolara gerilemiş, 2010 yılında tekrar yükselerek 66.2 trilyon Dolara ulaşmıştır.

Oysa Ülkemizde yaşanan büyük ve küçük krizleri mesela 29 ekonomik krizinde olduğu gibi üretimin tüketimden daha hızlı artması ile yaşamadığımız gibi, 2008 krizindeki gibi varlık fiyatlarındaki aşırı şişmeden kaynaklanan düzeltme etkisi ile de yaşamıyoruz. Ülkemiz dış ticaret dengesi fazla veren bir ekonomiye sahip olmadığından bütün oyun yabancı parayı elde etme üzerinden dönmektedir. Şu ya da bu şekilde yabancı parayı elde edebiliyorsak her şey yolunda demektir. Yoksa ekonomik kriz kapıda. Yabancı parayı elde etmek için de yapılmamış finansal oyun kalmadı çok şükür, borç verenlerin de tavsiyeleri ile bu konuda oldukça yaratıcıyız yani. Bu işlere uzun süredir emek vermiş bir bilim adamı olmama rağmen bulunan yeni fiktif yolları ben bile takip edemez oldum. Merkez bankasındaki her türlü ali cengiz oyunundan, hiçbir karşılığı olmayan dijital para üretmeye kadar tehdit ve tehlikelerle dolu binlerce yol. Hele de ülke üretip satarak para kazanmayı öne alan devlet adamları tarafından yönetilmediği dönemlerde kolay yoldan bir sonraki seçimleri garanti etme derdindeki politik soytarılar tarafından yönetiliyorsa at izi, it izine karışmaktadır yani.

Özetle; yabancı paranın elde ediş şeklinin en önemli yolu borç para olduğundan bütün oyun borç elde etme ve bu parayı kullanma üzerinden dönmektedir. Ben bir seçim sonrasını garanti edeyim benden sonra tufan yani, ülke yanmış yıkılmış, harap olmuş ne gam.

İsterseniz buna 100 hatta 150 yıl öncesinden bir örnek vermek bile mümkün. Bugün İstanbul’a gelen tüm ziyaretçilerin görmeden geçmediği Dolmabahçe Sarayının inşaatı 1854 yılında kullanılan 3 milyon altın borçlanma ile 1856 yılında bitirilmiştir. Oysa, aynı anda 1853 yılında başlayarak 1856 yılında sona erdirilebilen Kırım Savaşı da devam ediyordu. Dikkat edin dış borç savaşın masraflarını karşılamak için alınmamıştır. Öyle olsa zaten sadece Akdeniz’i korumak için başımıza açtığı savaşta müttefik olduğumuz İngiltere savaşın masrafını tek başına karşılayabilirdi. Ne kadar da bu güne benziyor değil mi? Bir yanda 250 dönüm üzerine Dolmabahçe, diğer yanda 1000 odalı Beştepe. O zaman da bugün de vatan sevdalılarından aynı feryat; yapmayın, etmeyin memleketi duvara toslatacaksınız.

Namık Kemal’in 17 Mayıs 1869’da Hürriyet’te yazdığı şu satırlarda olduğu gibi. kolay okunması için günümüzde yoğun olarak kullanılan yazı diline çevirerek; “ Borçlanma; gerçek bir kaynak olma kuralı haline getirildi ve maliyenin asıl sermayesi onun itibarıdır denildi. Her zaman yeni bir varlık bulunup, Avrupa’ya karşılık gösterilerek yeni yeni borçlar alındı. Hayali ekonomik denge hesapları yapıldı ve yeni borçlanmalara araç haline getirildi. Esas sermaye olarak kabul edilen itibar gerçek bir nedene dayanmadığı için, günden güne yok olmaya başladığı gibi, borçlanma arttıkça karşılık bulmak için varlığın artırılmasına çalışıldı. Varlık artırılmak istendikçe, bundan kaynaklanan zulümden dolayı halk ezildi, vergi gelirleri azaldı. Bu da vergi gelirlerinin bir kat daha artırılması ihtiyacını doğurdu. Birbirini besleyen bu kısır döngü sonucunda hazine tam olarak iflas noktasına sürüklendi..” Sonrası malum, bu makaleden 15 yıl sonra 1882 yılında, ekonomi duyun-u umumiye idaresine teslim edildi.

Tıpkısı ile aynısı. Hazine bonoları ile borçlanma, tahvil İhracı, imtiyaz devirleri, özelleştirmeler, tam bir iflas idaresi olarak varlık fonu, şirket hisselerinin satışı, yabancı yatırımlara izin verme, devlet gayrı menkullerinin satışı, vatandaşlık satışı, özel çekme haklarını kullanma, swap işlemleri, merkez bankası rezervlerini karşılık göstererek borçlanma vs. vs.

Bu döngüyü kıracak hiçbir gelişme yok mu be kardeşim. Ekonomi soytarıların elinde olduğu sürece yok maalesef. Borçlanma artıyor da artıyor, buna karşılık ekonomi yerinde sayıyor hatta geri gidiyor. Yani Namık Kemal’in ifade ettiği gibi borçlanma gerçek bir kaynak haline gelmiş durumda. İsterseniz bunu rakamlarla da açıklayabiliriz. Dünya Bankasının verilerine göre 2013 yılında Türkiye ekonomisinin büyüklüğü 958 milyar Dolar iken, 2020 sonuna kadar sürekli azalarak 740 milyar dolara gerilemiş durumda. Net küçülme % 25

Aynı dönemde dış borçlanma sürekli artış ile 450 milyar dolara yükselmiş ve milli gelirin % 60’ına dayanmış. Ama ne gam örnek önümüzde durmuyor mu? Amerika’nın borçları milli gelirinden fazla. Evet doğru ama, isterseniz bir de detayına bakalım. Biden’ın seçilmesi ile Hazine Bakanlığına atanan Janet Yellen’ın- daha önceden yayınladığı makalelerden çok iyi bir ekonomist ve şeffaf bir yönetici olarak bilirim- Haziran ayı sonunda Hazine Bakanlığı sitesinden yayınladığı rakamlara göre Amerika’nın milli geliri 22 trilyon Dolar ve Borcu 22,5 trilyon Dolar Yani milli gelirin % 105’i. Aynı zamanda bu borçların % 60’ı iç borç, % 40 dış borç olarak gösteriliyor. Yani nerede ise dış borç oranı % 40 gibi. Peki bizdeki borç oranı ne? İç borçlar milli gelirin milli gelirin % 100’ü ve toplam borçlar milli gelirin % 157’si.

Görünüyor ki, yeni bir duyun-u umumiye idaresi yönetimine doğru hızla yol alıyoruz. Duyun-u Umumiye İdaresinin son noktası ne? Borcu son kuruşuna kadar ödetmek. Biz ilk Duyun-u Ümimiye İdaresine olan borçlarımızı ülke topraklarının dörtte üçünü vererek de kurtulamadık da 1950’lerin ikinci yarısına kadar kör kuruşuna kadar ödemek zorunda kaldık. Bu haramiler takımına ve saray çetelerinin soygununa son verme zamanı gelmedi mi? Yoksa yeni bir Duyun-u Umumiye idaresi kurarak biz de Namık Kemal gibi Vatan Vatan diye diye verem olup, 50 yaşına gelemeden toprağa gark mı olacağız?