Daha önce yazmıştım, tekrarında fayda var: 30’lu yıllarda Roosvelt dördüncü defa başkan seçilmişti. Büyük buhranın devam ettiği yıllar. Roosvelt,buhrandan çıkmak için yetkilerinin artırılmasını istemişti. Partisi Kongrede çoğunluğu elinde bulunduruyordu. Kongre yetkilerini artırdı. Ancak konu Anayasa mahkemesinin önüne geldiğinde, Anayasa mahkemesi bu yetkileri –tiranlaşma eğilimi- olarak gördü ve iptal etti. Bunun üzerine Roosvelt, Anayasa mahkemesini ele geçirmeyi kafasına koydu. O tarihte Mahkemenin yedi üyesi vardı. Yedi üye daha atayarak mahkemeyi yandaşları ile doldurmak ve istediği yasaları Mahkemenin engellemesi olmadan -yasallaştırmak – istedi. Ancak, bu yasa tasarısı Kongrenin önüne geldiğinde, önce Roosvelt’in partilileri karşı çıkarak yargının siyasallaşmasının önüne geçtiler. ABD sisteminin Trump’a kadar başarı ile çalışmasının arkasında – demokratik hassasiyetlerin- particiliğin önünde tutulması vardır. Particilik, kör taassup hiçbir zaman demokrasi ve ülke menfaatlerinin önüne geçememiştir.

Türkiye’nin şansızlığı işte bu noktada toplanıyor. Parti disiplini, lidere sadakat her şeyin önünde geliyor. Yapılan yanlışlara karşı -partilerin içinde- pozisyon alabilme iradesi yok. Parti disiplini üyeleri sadece iradesizleştirmiyor aynı zamanda robotlaştırıyor. Verdiği oyun, ülke ve millet aleyhine olduğunu bilerek oy kullanan sonra da kapalı kapılar ardında endişelerini fısıldayan bir sürü siyasetçi var. Ama kimse cesaret edipte bu düşüncelerini kuvveden fiile çıkaramıyor. Bu durumu bir İngiliz siyasetçi şöyle ifade eder: kürsüde (Avam Kamarası) bir çok hatip fikrimi değiştirdi ama oyumu değiştiremedi der.

Partilerin son birkaç yıldır yaptıkları politik manevralara bakıldığında bu gerçek bütün çıplaklığı ile görülür. Liderlerin bu kadar keskin dönüşler yapabilmelerinin arkasında parti içi denetim mekanizmalarının olmayışı yatıyor. Türk particilik kültüründe lider yegane karar alıcı olarak görülmekte, diğer mekanizmalar birer teferruat olarak algılanmaktadır. ABD sisteminde olduğu gibi bir iç denetim mekanizması bulunsa veya gevşek particilik olsa belki bugün yaşanan sıkıntıların hiçbiri olmayacaktı.

Bir merkezden pompalandığı belli olan -federasyon- talepleri şimdi yeniden gündemde. Bu bir tesadüf değil. Başkanlık sistemine iç dinamiklerin zorlaması ile geçilmedi. Mevcut yetkilerle bir Cumhurbaşkanı isterse o ülkeyi bir günde on parçaya bölebilir. İsterse bütün camileri kapatabilir, isterse bütün ekonomik kaynaklarını pazarlayabilir. Dünyanın hiçbir yerinde bir kişiye bu kadar yetki verilmez. Kişiler önemli değil, anlatımlarımızın kimsenin şahsı ile de ilgisi yok. Ama bir ülkenin kaderi bir kişinin eline teslim edilemez. Edenlerin hangi gailelerle boğuşmak zorunda kaldıklarına tarih şahittir.

Mevcut politik gelişmeler -parti içi-demokrasinin ne kadar gerekli, ne kadar elzem olduğunu gösteriyor. Başkanlık sistemi bizim gibi parti disiplininin milli menfaatlerin önünde olduğu ülkelerde işlemez. Nitekim, işlemediği de görülüyor. 24 Haziran’dan beri Türkiye başını oradan oraya vuruyor. Dünya demokrasiye Krallıkları yıkarak gelmedi, bir Batılının deyimiyle hazineyi halkın denetimi altına alarak geldi. Bugün vatandaşın denetiminde olan hiçbir şey yok. Muhalefet gidişata dur demek için çırpınıp duruyor. Lakin 16 yıllık tecrübe, Roosvelt’e karşı partisinin çıkışına benzeyen bir çıkışın iktidar partisinden gelmediği takdirde sonu nereye varacağı belli olmayan politikaların devam edeceğini gösteriyor. Şartlar, AKP’nin alternatifinin AKP’nin içinden çıkmasını zorluyor.