Kullanma kılavuzumuz Kur’an, insandan ve onun özelliklerinden ayrıntılı denecek şekilde söz eder. İnsanın, "En şerefli varlık, hakkın halifesi” gibi sıfatlara sahip olduğu gibi, "aceleci, zayıf, kıskanç, nankör, riyakâr, başa kakan, tartışmacı, cimri, kibirli, kaba, azgın, hasetçi, zalim, cahil" gibi olumsuz sıfatlara da sahip olabileceği belirtilir.

İnsanın olumlu yönleri asıldır. Fıtratındaki bu güzelliklerle yaratılmıştır. Ancak fıtratın bozulması ve kullanma kılavuzuna uymaması durumunda sayılan olumsuzluklar baş gösterir.

İnsan, Allah(cc)’ın yeryüzüne tayin ettiği halife, en güzel biçim üzere yaratılmış varlıktır. Yeryüzünde olanların hepsi emrine ve istifadesine amade kılınmıştır. O, emrine ve hizmetine verilmiş eşyaya egemen olacak yerde sanki kendisi eşya için yaratılmış ve onun emrinde imiş gibi hareket etmesi, onun mevkiini alçaltmaktan başka bir şey olmamıştır.

Mahiyetinde olumlu ve olumsuz sıfatlarla bu derece girift yaratılan insanın istikametini bulabilmesi için yaratıcısının kendine gönderdiği 5236 maddeden oluşan kullanım kılavuza uyması gerekmektedir.

İnsanın kendi kullanma kılavuzuna uyması halinde mükemmel insan olacağını, uymaması halinde ise hayvandan daha aşağı bir duruma düşeceğini de yine aynı kullanma kılavuzundan öğreniyoruz.

İnsanın kılavuzunun temel kaidelerini başında insan dâhil bütün âlemleri yaratan Allah(cc)’ı birlememiz, Ona hiçbir şeyi (Resuller de dâhil) ortak koşmamamız, insanları öldürmememiz, zulümden kaçınmamız, başkalarının malını haksız yere yemememiz, hülasa emirlerine uyup yasaklarından kaçınmamız gelmektedir.

Peki, bizler ne yapıyoruz?

Bize hayat nizamı olarak gönderilen kullanma kılavuzumuzdaki ilkelere ne kadar uyuyoruz?

Yeni aldığımız bir elektronik alet için hemen yanında verilen kullanma kılavuzuna bakarken, en mükemmel elektronik aletten milyonlarca kat daha mükemmel olan ruh ve bedenimizi nasıl kullanacağımız hakkında en açık izahları yapan kullanma kılavuzumuza bakıyor muyuz?

Bugün dünyanın içinde bulunduğu kargaşaya ve yaşadıkları bunalımlara baktığımızda insanların kendi kullanma kılavuzlarına uymamasının ağır sonuçları ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz.

Günümüz insanı maalesef, kullanma kılavuzumuzun tarif ettiği “Çok aceleci, çok zalim ve çok cahil” bir duruma mahkûm olmuştur. Ne yazık ki insanlık tarihinin en büyük buhranlarından birini yaşamaktadır. Biz inananlara göre bu durumun en büyük sebebi kullanma kılavuzumuzdan uzaklaşmamızdır.

“İnsan aceleci olarak yaratıldı. Size ayetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin.” (Enbiya, 37)

“İnsan şerri de hayrı istediği ister. İnsan pek acelecidir.” (İsra, 11)

"Biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik; ama onlar bunu yüklenmek istemediler. Ondan korktular ve onu insan yüklendi. Şüphesiz insan çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 72)

Kuran’ın "çok aceleci, çok zalim ve çok cahil" diye tarif ettiği insan ancak kullanma kılavuzuna uyarsa acelecilikten, zalimlikten ve cahillikten kurtulabilir.

Kullanma kılavuzuna uyan insan, kendi kıymetini bilir, yüksek şeref ve haysiyetinin farkına varır. Allah(cc)’ın kendisine lütfettiği maddi ve manevi kuvvetlere güvenerek yerde ve gökte ne varsa hepsinden faydalanır. Yüklendiği ağır emanetin şuuru içerisinde öncelikle kendisini yaratana, sonra da insanlığa ve kâinata karşı olan yükümlülüklerini yerine getirir.

Kur’an’ın inzal sırasına göre surelerini incelediğimizde özellikle ilk 50-60 surenin insan zihnini tevhit ilkeleri çerçevesinde inşa ettiğini görüyoruz. İnsanın zihninde bu inşayı gerçekleştirmeden yöneleceği her hayat biriminde başarısız olacağı ve batıl atmosferlerde bir hayat yaşayacağı açıktır.

O halde çare tektir ve bu çareye başvuranların hem dünyalarını hem de ahiretlerini istikamete sokacakları açıktır. Bunu vadeden âlemlerin Rabbi olan Allah(cc)’tır. İnanmış insanların bunun dışında bir şeye inanmaları kendi inançlarında paradoksa düşmeleri demektir. Zaten kullanma kılavuzumuz da insanın en büyük sapmasının Allah(cc)’ı birlemenin tersi olan ortak koşma (şirk) olduğunu onlarca ayette açık biçimde ortaya koymaktadır.

İnsan acelecidir ve aklını çalıştırmadığı zaman da cahildir. Bir şey yaptığı zaman hemen sonuç almak ister. Hâlbuki yine kullanma kılavuzumuzdan öğrendiğimize göre insanın vazifesi sebeplere yapışıp sonucu Allah(cc)’tan beklemesidir. Çünkü sebepleri elinde tutan Allah(cc)’tır. Kullanma kılavuzunu takip eden akıllı insan vazifesini yapar ama asla Allah(cc)’ın takdirine karışmaz. Kur’an sebepleri yerine getirdikten sonra neticeyi Allah(cc)’tan beklemeye “Tevekkül” der.

Sebepleri yerine getirdikten sonra neticeyi âlemlerin Rabbi olan Allah(cc)’tan bekleyenler, yani tevekkül edenlerin yardımcısı Allah(cc)’tır.

Sebepleri yerine getirip neticeyi Allah(cc)’tan beklemek büyük bir tevhit ilkesidir.

Çöl aslanı olarak tanınan büyük mücahit Ömer Muhtar, ülkesini işgal eden İtalyanlara karşı yirmi yıla yakın mücadele etmiş ama sonunda idam edilmiştir. Ancak Ömer Muhtar’ın tevhit anlayışı tarihe mal olarak gelecek nesillerin dirilmesinde öncülük etmiştir. Onun söylediği şu söz tevhit ilkesini ne derece idrak ettiğinin en güzel neticesidir:

"Allah bana kâfirlere karşı cihat etmeyi emretti. Ben bu ibadeti yerine getirdim. Zafer ve mağlubiyet beni alakadar etmez. O Allah'ın bileceği bir iştir."

Evet, insan ve Müslüman olarak bizim vazifemiz sebepler dairesi içinde cihat etmemiz, yani çalışmamızdır. Kullanma kılavuzumuzun bildirdiğine göre bu eylem inanan insanlar için aynı zamanda en büyük ibadetlerden biridir. İlle de sonuca ulaşacağım diye ibadet edilmez. Biz gayret ederiz Allah (cc) ikram eder.

İnanan insanların bu tevhit gerçeğini idrak edemediklerinde hataya düştüklerini görüyoruz. Hâlbuki Allah (cc) yolunda gidenler sadece kendi vazifelerini düşünmeleri gerekir. Kendi vazifesini bırakıp Cenab-ı Hakk’a ait vazifeyi düşünerek hareketlerini buna bina edenler hep yanılgı ve hüsrana uğramışlardır.

Bununla ilgili İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu birçok kez mağlup eden Celalettin Harzemşah hakkında güzel bir hadise anlatılır. Celalettin Harzemşah, cihada asker hazırlarken vezirleri bu mükemmel hazırlığı görünce ona şöyle demişler:

“Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galip edecek.”

Celalettin Harzemşah ise baştan beri anlatmaya çalıştığımız tevhit ilkesini şu sözlerle dile getirmiş:

“Ben Allah’ın emriyle, cihat yolunda hareket etmekle vazifeliyim. Muzaffer etmek veya mağlup etmek neticedir ve o Allah(cc)’a aittir. Ben vazifemi yaparım ama asla Allah(cc)’ın işine karışmam.”

Celalettin Harzemşah, bu tevhit ve teslimiyeti yerine getirdiği ve inandığı için Allah (cc) onu daima muzaffer etmiştir.

Bu hakikat günümüzde, “İnsan seferle mükelleftir. Zafer Allah’ın elindedir.” Şeklinde dile getirilmiştir.

Böyle bir tevhit hakikati ortada iken insanın acele edip, yaptığı birkaç fiil sonucunda zaferi beklemesi bir çelişkidir ve bu sonuç tevhit hakikatinin idrak edilememekte kaynaklanmaktadır.

Madem tevhit ilkesi bunu emreder, o halde inana insan kendi vazifesini yapıp, yani sebeplere yapışıp sonucu elinde tutan Allah’ın işine asla karışmamalıdır.

Biz kuluz. Kulluk ise Allah’ın emir ve yasaklarına uymaya ve Allah(cc)’ın rızasını kazanmaya bakar. Kulluğun meyvelerinin yeneceği yer de ahirettir. Asıl gaye yapmamak şartıyla Allah’ın dünyada vereceği neticeler de kulluğa zarar vermez. Hatta bunun tevhit sırrını tam kavrayamamış olan zayıf kullar için tercih ve teşvik edici bir araç olabileceği de açıktır.

Kullanma kılavuzumuz kulluğun esasının insanın kendini aciz, zayıf, ihtiyaç içinde ve kusurlu görmesi gerektiğini bildirmektedir. İnsan böyle bir mahiyetle kendini kusursuz görürse sapar. Zahiri sebepler eliyle kendisine gelen nimetleri kendinden bilir. Emaneti muhafaza edemez. Hâlbuki nimetleri veren âlemlerin Rabbi olan, her şeyin rızkını elinde tutan Allah(cc)’tan başkası değildir.

İnsana yüklenilen emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.

İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve ahirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan insan çok cahil ve zalimdir.

Rabbim hepimizi kullanma kılavuzuna hakkıyla uyan kul eylesin. (amin)