En azından haftada iki yazı yazarken bir bıkkınlık geldi ki sormayın. Bunu Türkiyemizde baş döndürücü bir hızla değişen/değiştirilen gündemin yorgunluğuna mı yoksa yazsan da söylesen de boş; okuyan kim dinleyen kim hissiyatına mı bağlamalı bilemiyorum. Buna rağmen bir silsile halinde biriken konuları kimseyi sıkmadan ele alıp “söz uçar yazı kalır” kavlince yazmayı borç bilerek bilgisayarımın tuşlarına basıyorum. Bakalım nereden başlayıp nerede duracağız?

Önce, anlamadığım bir konu olduğu için hiç ele almadığım şu meşhur “128 milyar” işine dalış yapmak istiyorum. Bunu da çok sevilen dürüst, doğru bir bürokrat olan Sayın Durmuş Yılmaz’ın bir televizyon programında anlattıklarına dayanarak aktaracağım. Çünkü bu konuyu ilk defa herkesin anlayacağı biçimde ve siyaset yapmadan anlattı. Ben anladığıma göre de herkesin anlayacağını umuyorum. Diyor ki Durmuş Yılmaz:

"Cumhurbaşkanı ortaya 'Faiz sebep enflasyon sonuç’ diye bir teori attı ve MB laboratuvarında bunu denemeye kalktılar. Oysa malzeme yanlış, doküman eksikti. Deney yaparken patlamalar oldu, ortalık dumana boğuldu. Deneyi yapanların elleri yüzleri yandı, elbiseleri parçalandı. Bu toz duman içinde 128 milyarın 70 Milyar Dolarını yabancılar, 58 Milyar Dolarını da döviz borcu olan şirketler aldı. Şu anda Merkez Bankası'nın rezervi 123 Milyar falan değil. İnanmayan internet sitesine girip kendi gözleriyle görebilir. Borç alınan paraları rezerv olarak gösteremezsiniz. Görülecektir ki rezerv EKSİ 37 Milyar Dolardır!” (Bu rakam günlük olarak biraz eksilip biraz artabiliyor.)

Durmuş Bey, benim gibi konuya Fransız olanlar iyice anlasınlar diye de ilave etti:

"Merkez Bankası'nı Çanakkale Savaşlarındaki 57. Alay olarak kabul edebiliriz. 57. Alay'ın savunma için silaha ve mermiye ihtiyacı olduğu gibi Merkez Bankası'nın da istikrarı sağlamak için döviz rezervine ihtiyacı vardır. 57. Alay canı pahasına görevini yapmıştı ama Merkez Bankası yanlış politika yüzünden elindeki döviz rezervini eritti ve tabir yerinde ise Anzaklar’a kaptırdı!"

Genel kanaat odur ki, Cumhurbaşkanı ve Merkez Bankası başkanı konuştukça döviz yükseliyormuş. Bir ay hiç konuşmasalar da test etsek olmaz mı? Geçelim…

Malumdur ki milletimiz pahalılıktan yakınıyor, üst üste gelen zamlar ve vergi yükü altında eziliyor. Vatandaşın alım gücü düştükçe düştü. Çin’de asgari ücret düşük olduğu için ucuz iş gücü dolayısıyla dünyanın pek çok üretici ülkesi yatırımlarını orada yapıyordu. Ancak ne var ki Türkiye’de asgari ücret artışları yeterince yapılmadığı için şu anda ucuz iş gücü bakımından Çin’den geride kalmış olmamıza rağmen dünyanın ünlü markaları bize gelmiyorlar. Demek ki güven duyulmuyor. İşsizlik son yılların en yüksek rakamlarına ulaşmış durumda. Tarım ve hayvancılık köreltildi. Hal böyle iken iktidar çevreleri ve destekçileri milletle adeta dalga geçercesine açıklamalar yapmaktan geri durmuyorlar.

Yeni Akit Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Karahasanoğlu, aklınca akaryakıt ürünlerine peş peşe zam yapılmasını hafife alarak “Biz sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde mazot içmiyoruz”diyebiliyor. Berat Bey de malûm, dövizin yükselmesi karşısında milletle dalga geçercesine "Maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz" diye sormuştu. Milletvekillerinden Hüsnüye Erdoğan'ın ardı arkası kesilmeyen zamlar için "Mini mini zamlar yapılıyor" demiş olması da cabası! Yazık oluyor yazık!..

Aslında milletle dalga geçen geçene, aklımızla alay eden edene… Devletten ve devlete bağlı kuruluşlardan ballı kaymaklı ihaleler alan bazı şirketler var. Bunlara “Yap işlet devret” kılıfı altında “Müşteri garantili” ve “Döviz ödemeli” verilen işler var ki gerçekten içler acısı. Bunlar çok konuşulup çok yazıldığı, ortaya belgeler konulduğu için şimdilik geçiyorum. “Şimdilik” diyorum, geçsek de geçmesek de ömür boyu parasını ödeyeceğimiz köprüler, tüneller, havaalanları nasıl olsa daha çok konuşulacak. Hatta bazılarını bizden sonra çocuklarımız ve torunlarımız da konuşmaya devam edecekler ve belki de “Bize miras olarak niye bu borçları bıraktınız” diye kızıp söylenecekler. Hele de bu “Yap işler devret” firmalarının servetlerini “Vergi Cenneti” tabir edilen yerlere uçurup bir de vergi kaçırmaları ya da buldukları bir cin fikirlilikle “Vergiden kaçınmaları” yok mu? Deli olmamak elde değil! Aklımızın ermeyeceği bir iş ama öğrenmiş olduk. Devlet “Vergi Cenneti” tabir edilen ve aslında bizler için Cehennem olan o adaların ya da mini minnacık ülkelerin listesini açıklasa bu işler öyle kolay olmayacakmış ama açıklamıyorlar işte. Herkes biliyor, parası olanlar işini yüzdürüyor da resmen açıklanmadığı için yapılan hırsızlık ya da bir bakıma kaçakçılık güya “Yasal” oluyormuş!

Elalemin gazetecileri bütün bu gizli kapaklı işleri ortaya çıkarıp “Pandora Belgeleri” olarak açıklamasalar haberimiz bile olmayacaktı.

Bizde, halk arasında konuşulan “Açtırma kutuyu söyletme kötüyü” diye bir söz vardır. Aslında “Pandora’nın Kutusu” da böyle bir şey.

Yunan mitolojisine göre Tanrı Zeus, oğlu Hephaistos’u çağırarak kil ve suyu karıştırmak suretiyle bir kadın şekli yapmasını emreder. Bu kadına Pandora ismi verilir. Mitolojiye göre Pandora yeryüzündeki ilk kadındır. Tanrılar ve tanrıçalar Pandora’ya birçok hediye verirler. Tanrıların Tanrısı olarak bilinen Zeus’un hediyesi ise gizemli bir kutudur.

Zeus, Pandora’yı dünyaya göndermeden önce ona bu kutuyu asla açmamasını emreder. Ancak Pandora, dünyaya varır varmaz merakına yenilip kutuyu açar. Açar açmaz da hastalık, keder, ıstırap, yalan, riya, şehvet, özetle insanları rahatsız edip felakete düşürecek bütün kötülükler ortaya saçılır. Pandora, yaptığı hatayı anlayıp kutuyu hemen kapatır ama çıkan çıkmış, içeride kala kala “Umut” kalmıştır. Aslında kötülüklerin defedilmesi için bir ışık gibi görülen bu “umut” Alman Filozofu Nietzsche’ye göre aslında “En son kötülüktür. Çünkü işkenceyi uzatır!”

İçinde bulunduğumuz durum da aslında bundan farksız ama yine de umuda bel bağlamak zorundayız. Karanlıkların dağılıp işkencenin son bulacağı günleri beklemekten başka tutunacak dalımız yok. Tabii bu yolda mücadele edeceğiz. Ancak bütün kötülükler saçıldıktan sonra Pandora’nın kutusunda tek kalan “Umut” gerçekten bizi hayal kırıklığına uğratarak işkence etmeye devam ediyor. Mesela din ve inanç meselelerinin insanları huzura kavuşturması, ümitlerini yeşertmesi gerekmez mi? Öyle olmuyor işte. “Dindar” görünümlü ne idüğü belirsiz bazıları insanları dinden imandan soğutuyorlar.

Üsküdar’da, İlahiyat Fakültesi mezunu bir genç kadın, “Bu konuda Hadis var” denilerek camiye sokulmamış. O videoyu ürpererek seyretmiştim. Türkiye’yi IŞID anlayışına, Taliban yoluna sokmaya çalışmak kimsenin haddi değildir. Cehalet kol geziyor ve işte Ordu’da bir futbol maçında, Kur’an-ı Kerim’deki ayet ve surelerle Türk Bayrağı parçalarının da bulunduğu sayfalar konfeti yapılarak tribünlere ve sahaya savrulmuş. Kerametleri kendilerinden ve kandırdıkları müritlerinden menkul bazı cehalet timsali sözde hoca efendilerin yedikleri herzeler bir yana bir de kurumsal olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önünü sonunu düşünmeden yaptığı bazı açıklamalar, verdiği fetvalar var. Kur’an-ı Kerim’den ve Peygamber sünnetinden kesin delillere dayandırılmayıp Çalakalem verilen cevaplar bir de yazıya geçirilip kitaba basılınca vay geldi başınıza, vay geldi başımıza! Ondan sonra milleti şüpheye düşürür, bazılarının ağzına sakız olursunuz ve bundan en çok da dinimiz zarar görür. Nitekim aynen böyle oluyor işte!

Bir de şu Kavala meselesinden söz etmeliyim… Ülkemizde bulunan “On Adet” değil, on Büyükelçi’nin bu konuda attıkları ültimatom niteliğindeki teweetleri olacak iş değil. Bunun üzerine o Büyükelçilerin “İstenmeyen adam” ilan edileceklerine dair Cumhurbaşkanı’nca verilen talimata uyulsa idi ortalık fena karışacaktı ama neyse ki ilgili ülkelerin çark etmeleri üzerine bu kriz -şimdilik- buzdolabına konmuş gibi görünüyor. “Şimdilik” diyorum, çünkü arkasından ne geleceği belli değil.

Detaya girecek değilim. Osman Kavala ile ön adımızın aynı olmasından başka hiçbir ortak yanımız yok. Zengin olduğundan ve birtakım yerlerle bağlantısından söz ediliyor ama dört yıldır tutuklu olmasına rağmen yeterli delil olmadığı için iddianame hazırlanamadığı da ifade ediliyor. Anayasamızın 90. Maddesi uyarınca uymak zorunda olduğumuz AİHM tarafından, “Adil yargılanmadığı ve hak ihlali olduğu” gerekçesiyle tahliye edilmesi istendiği halde tutukluluğu devam ediyor. Bir bakıma imzamızı çiğnemiş oluyoruz. Dolayısıyla da durumdan vazife çıkarmak için fırsat kollayan çevrelere koz veriliyor.

Tıpatıp aynı olmasa bile geçmişte de benzer örnekler yaşanmıştı. Trump zamanında bir Rahip Brunsonumuz vardı mesela. Yanlış hatırlamıyorsam Fetö davası ile ilişkili idi. ABD istiyordu ama biz de oradaki çiftliğinde yaşayan çete reisini istiyorduk. İş, “Ver papazı al papazı” restleşmesine varmış, Cumurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu can bu tende olduğu sürece bırakmayız” diyerek büyük bir iddia ortaya koymuştu. Sonra ne olduysa oldu, Trump bir telefon edince mahkeme günü verilip alel acele tahliye edildi ve hazır bekletilen uçak bizdeki papazı alıp götürdü ama ABD’deki çete reisi hâlâ orada duruyor. Keza yine o sıralarda Türkiye’de faaliyet gösteren Türk asıllı Alman Gazeteci Deniz Yücel de Merkel’in bir telefonu ile serbest bırakılmadı mı?

Geçmişte bunları yaşadık ve artık tecrübeli olmamız, yaşananlardan ders almamız gerekmiyor mu? Kavala’nın da Demirtaş’ın da dışarıda pek çok sahip çıkanı var. Onların durumunu öne sürerek burada karışıklık çıkarmak için can atıyorlar. Bir an önce kesin delillere dayalı iddianameler hazırlanıp yargılanmazlarsa ne zaman ne olacağı, kimlerden ne telefonlar geleceği belli olmaz. Öyle durumlara düşmek istemiyoruz artık; yeter!

İşte böyle… Kutu bir açıldı mı nelerin döküleceği belli olmuyor. Onun için açtırmayın kutuyu, söyletmeyin kötüyü! Lütfen...