Malumdur ki efendim, gündeme getirmeden duramadığımız “Kanal İstanbul” denen bir “Çılgın Projemiz” var; adı da “Kanal İstanbul!”

Yansa kül olsa dört yan, kırılsa insanlar açlıktan, dünya yirmi dört saatte değil saatte bir dönse o yandan bu yandan ve dahi sinsi mi sinsi bir virüs kasıp kavursa cihanı da dedirtse insanlara el aman; “Kanal İstanbul” için atılmayınca bir adım; geçmek bilmiyor zaman!

Çin - Maçin, Japon - Mapon, Alman – Malman uğraşıp dursunlar “İlaç bulacağız, aşı geliştireceğiz” diye; onların işi bize hizmet etmek değil mi? Bulsun keratalar! Biz kanallarımızı da köprülerimizi de yaparız, tüp geçit, tünel – münel ne olursa yaptırırız da Deli Dumrul misali geçenden de geçmeyenden de alır parasını aktarırız sayıları sağdan saysan da beş, soldan saysan da beş ya da altı olan müteahhitlerimize! İnşaat bizim işimiz. Girdik bu yola bir kere; dönmeyiz, dönemeyiz yeminle ve işte yapıyoruz yeni bir ihale!..

***

26 Mart günü gazetelerde bir maskeli ihale resmi vardı; “Kanal İstanbul” işinin ilk adımlarından biri olarak, tarihi değerleri olan Odabaşı ve Dursunbey köprülerinin taşınması işi için ihale yapılmış. Yaşım yetmişe dayanmıştı ama böyle bir ihale görmemiştim, duymamıştım. Resimde ilk bakışta masa başına oturmuş ve maske takmış beş adam görünce nedense aklıma “Maskeli Beşler” film serisi geldi. Sonra baktım ki galiba altı kişilerdi. Olsun, sonra da o resme “Maskeli Altılar İhale Masasında” diye bir isim koydum. Kim bilir, belki o film serisinin dördüncü filmine böyle bir ad verilebilir. İsim babası olarak para da istemem ey film şirketleri! Durumdan vazife çıkarmak gibi bir niyetim yok. Rantiyeci de değilim; bilesiniz!

Ortada Allah’ın verdiği bir nimet olarak koskoca İstanbul Boğazı durup dururken “Kanal İstanbul” sevdasına tutulmak ayrı bir fantazi, millet can derdine düşmüşken bürokratların da maske takıp ihale masasına oturmaları ayrı bir fantazi. Zaten durumun özeti de bu resim. Yalnız şaka bir yana; şu yapılan iş değil. İnsanlar karamsar, endişeli. Herkes buluttan nem kapıyor. Hafifçe öksürse biri, çevresindekiler kaçışıyor. Hapşıran bir yakınımıza güzel, iyi niyetli temennilerimiz vardı bizim; “Çok yaşa”, “İyi yaşa”, “Sağlıklı yaşa”, “Sağlam ol” derdik, o da bize “Sen de gör” derdi, “Sağ ol” derdi. Şimdi biz hapşıranın yanından yöresinden kaçar olduk. Bir espri, bir şaka ya da yaşanmış bir gerçek midir bilmem; bankada müşteriler sıralarını beklerlerken iki maskeli adam girince içeriye herkes kaçacak yer aramış, “virüslüler geldi” diye. Az sonra maskeliler bankolara yönelip “Bu bir soygundur” deyince rahatlamışlar da seyre koyulmuşlar!

İşte hal o haldir, durum budur da siz ne yapıyorsunuz?

Önü alınamayan bir salgın dünyayı kasıp kavururken, gözle görülüp elle hissedilemeyen bir virüs Kıyamet işaretleri verip kraliçeleri, başbakanları bile ansızın yakalayıvermişken ve dolayısıyla şarktan garba, mağripten maşrıka insanlar can derdine düşmüşken; yangından mal kaçırırcasına, selden kütük kaparcasına maske takıp ihale yapmak da ne oluyor? Gözüne far tutulan tavşanın sersemleyip yakalandığı gibi milletin bu halinden faydalanmak mı istediniz?

Belki diyeceksiniz ki “Önceden planlanmıştı!” Ama okullar da önceden planlanmıştı, sınavlar da önceden planlanmıştı, fabrikaların üretimi, satışlar, tatiller, geziler, çocuklarımıza, torunlarımıza yaptığımız vaatler, verdiğimiz sözler, hatta Hac ve Umreler, hepsi planlanmıştı. Ne oldu? Hepsi durdu, durduruldu. Kimsenin onları düşündüğü yok, düşüneceği de yok. Ama siz “Çılgın Proje” deyip “Kanal İstanbul” diye adlandırdığınız fantaziyi ertelemekten vazgeçmiyorsunuz. Bakın işte; insanlar, kurumlar, şirketler, okullar planlarını erteleyebiliyor, hatta vazgeçebiliyorlar. Siz de vaz geçin. İnsanlar, “Millet can derdinde, bunlar mal derdinde” diye serzenişte bulunuyorlar, duymuyor musunuz? Gözünüze bir görünecek mi var?

Oralardan arsa alan, tarla kapatan Katarlı ya da şuralı buralı dostlarınız olabilir ama işte bir fırsat: Onlara, “Evdeki hesap çarşıya uymadı, kusura bakmayın. Bu şartlar altında bu kanalı açarsak milletimize hesabını veremeyiz. İşte dünyanın halini görüyorsunuz; kanaldan, lüksten, şatafattan, rantiyeden önemli işler var. Bu Korana Virüs size de bize de bir ikaz, bir işaret. Aşı bulmamız, ilaç üretmemiz, maske yapmamız, açları doyurup çıplakları giydirmemiz gerekiyor. İnsanların maddi manevi desteğe ihtiyacı var. Hal böyle iken siz de ısrarcı olmazsınız, olmayın” diyebilirsiniz, demelisiniz. Söylendiği, yazılıp çizildiği gibi ABD istiyorsa bu kanalı, ona da bir çift sözünüz olmalı: “Bak ey Trump, ey ABD dünya kimseye kalmıyor, kalmayacak. Bırak Karadeniz’e açılmayı da otur oturduğun yerde. Hatta Irak’tan, Suriye’den de çekil. Sen çekilince göreceksin biz komşularımızla her zorun üstesinden geliriz, geleceğiz. Yeter ki gölge etme üstümüze!” Diyemez misiniz, diyemez miyiz?

Hem, virüs ortamı için açıkladığınız “Tedbir paketi” içine koyduğunuz konut alımlarında uygulanan kredi avantajı ile konut satışları ve uçak biletlerindeki KDV oranlarında indirim yapılması da tutmamış, hatta alaya alınmıştı: “Mahalle yanarken aynanın karşısına geçip saçını taramak gibi” denilmişti mesela ve yine denilmişti ki, “Bu durum, millet virüs korkusundan evine kapanırken, estetikçileri arayarak randevu talep eden kadınların durumuna benziyor!” Hata üstüne hata yaparak gülünç duruma düşmenin âlemi yok.

Siyaseten ayrı düşseniz de tecrübeli bürokrat, ekonomist ve Merkez Bankası eski başkanlarından olan Durmuş Yılmaz’a kulak verin bari: Sayın Yılmaz attığı tweetle adeta “Mademki bildiğinizi okuyorsunuz, o halde ne haliniz varsa görün” diye isyan ediyor:

“Koronavirüs nedeniyle arz ve talebin çöktüğü ve birçok kesimin destek verdiği ‘açıktan para basılarak’ çıkış yolu aranan bir ekonomide Kanal İstanbul’u yapmaya kalkmak ‘belamı arıyorum’ demektir. Buyurun yapın!”

Lütfen ve Allah rızası için artık şu “Kanal İstanbul” işini bir daha gündeme alınmamak üzere kafalardan silin gitsin. İnsanlığın bir virüslük canı olduğu anlaşıldığına göre bu virüse karşı Çılgın Projelerle mücadele etmek mümkün değil. Akıl ve ilim rehberimiz olmalı, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü gibi kuruluşlar yeniden canlandırılarak geliştirilmeli, ilim adamlarımıza imkânlar tanınarak rahat ve huzur içerisinde çalışacakları ortamlar hazırlanmalıdır.

Ne olurdu sanki şu “Korana Virüs” ya da “Cobid – 19” denen illetin aşısını da tedavisini de bizim doktorlarımız, kimyagerlerimiz, bilim adamlarımız kendi laboratuvarlarımızda bulup insanlığa ikram edebilselerdi! Ne yazık ki biz bu imkânları sağlayacak yerde fantazilerle vakit öldürüyor, sonra da Amerika’da, şurada burada iş ve imkân bulan Türk doktorlarını arayarak çalışmalar ve gelişmeler hakkında bilgi almaya çalışıyoruz. Onlara bu imkânları biz sağlayalım ve burada çalışsınlar ey devlet, ey hükümet!

Yazımızı iki ayetle bitirelim:

“Allah ricsi“ (pisliği, cezayı, huzursuzluğu, azabı) akıllarını kullanmayanların üzerine verir.” (Yunus Suresi, Ayet 100).

“Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde Suresi, Ayet 4)