-Hadi siz dünya hayatında HIYANET EDENLERİ savundunuz; peki Kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak, kim koruyacak?

(Nisa Suresi, Ayet 109)

Yazılarımı takip edenler bilirler ki; birtakım yanlış uygulamaları, din görevlileri ile ilgili değişik konular, hurafeci imamlar ve ortalığı kasıp kavuran din bezirgânları ile mücadele etmeyişi/edemeyişi, siyasetin emrinde oluşu, en çok da günde beş vakit namaz kılan cami cemaatine bile Fatiha Suresi’ni özümsetememesi gibi sebepler yüzünden Diyanet İşleri Başkanlığı’nı defalarca tenkit etmiş, görüş ve düşüncelerimi yazılı olarak da makamlarına iletmişimdir.

Ancak ne var ki bu başlık altında böyle bir yazı yazacağım hiç aklıma gelmezdi; ta ki 10 Kasım 2018 gününe kadar!

O gün ne olduğu malum… Bazı yayın organları ve özellikle sosyal medyada Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, oldukça “manidar” bir zamanda yaptığı ziyaret gündem oluverdi. Çünkü o gün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümü idi ve Erbaş, kendi açıklamalarına göre 9 Kasım 2018 günü saat 14.30’da Atatürk’e adeta kin kusan birini ziyaret edip hediyeler sunmuştu.

Bir Diyanet İşleri Başkanı, Bir Cumhurbaşkanı, bir TBMM Başkanı herhangi birini ziyaret edemez mi? Elbette eder. Ama ziyaret edilen şahıs herhangi biri değil de milletimizin değerlerine, kurucu Cumhurbaşkanı’na, İstiklal Marşımıza ve şairine hakaret eden, “İstiklal Savaşı’nda keşke Yunanlılar galip gelseydi” diye bangır bangır bağıran ve “Osmanlı’yı işgalciler değil Mustafa Kemal yıktı” diye palavra sıkan biri ise; o kişi Türkiye Cumhuriyeti devletinin önemli makamlarında oturanlar tarafından ziyaret edilmemelidir. Hadi siyasilerin kendi hesapları vardır diyelim ama tarafsız, birleştirici, bütünleştirici, şefkat dolu, sevgi dolu, milletin her kesimini kucaklayıcı olması gereken biri hele de makamını sembolize eden kisvesi ile bunu yapmaz, yapamaz, yapmamalıdır.

Diyanet İşleri Başkanı böyle birini illa ki ziyaret etmek istiyorsa o zaman da resmi kıyafetlerini çıkaracak, milletin parası ile alınan makam otomobilini de kullanmayacak ve oraya öyle gidecekti. Biz Diyanet’le ilgili bir yazı yazdığımızda ya da yazacağımızda “Kurumu yıpratmak doğru değil” gibi ikaz ya da serzenişlerle karşılaşabiliyoruz. Ancak bu son olay bütün açıklığı ile gösterdi ki kurumu yıpratan biz ya da yazıp çizenler değil, bizatihi kendileri. Zaten insanları camilerden soğutmuşlar, çok kalabalık olan Cuma cemaatlerini bile azaltmışlardı, şimdi üzerine tüy diktiler. Tepkiler üzerine Başkanlık’tan yapılan açıklamada, “Tamamen insani duygularla yapılmış bir hasta ziyaretidir” deniyor. “İnsani duygularla yapılan” bir ziyaret makam forsu kullanılarak ve kurumun yayınları hediye edilerek olmaz, olmamalıdır. Hele de ziyaret edilen kişi ile ilgili tepkilerin oluşacağı ayan beyan ortada iken bunu yapmak hiç ama hiç doğru değildir.

Fesli Kadir’in ihanetleri, kin ve nefret ifadeleri ile ilgili ortalıkta dolaşan öyle videolar var ki insanın kanını donduruyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın da bunlardan habersiz olması mümkün değildir. Habersiz ise de şayet, kırdığı bu pottan sonra uzmanları ile birlikte oturup seyretmelidir. Bir insan, içinde bulunduğu millete ve onun değerlerine ancak bu kadar kin kusabilir. Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanları ise yazımın girişine aldığım Ayet-i Kerime’yi herhalde benden daha iyi bilirler. Aslında başka bir ayet bulmak üzere Kur’an-ı Kerim’i elime alınca Nisa Suresi 109. Ayet’in tesadüfen karşıma çıkmasını da Allah’ın bir lütfu olarak kabul ettiğimi belirtmeliyim: “Hadi siz dünya hayatında HIYANET EDENLERİ savundunuz; peki Kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak, kim koruyacak?”

Önce Kadir Mısıroğlu’nun İstiklal Marşımız için söylediklerini hatırlayalım, sonra da örnekleme yaparız: “Korkma!” ‘Diyor. Korkma sönmez bu şafaklarda imiş. Niye korkuyorsun?’ Yani, kurtuluş savaşı veren bir millete moral verilmesinden de rahatsız olmalı ki bir başka konuşmasında asıl maksadını söyleyiveriyor:

“Beni defe koyarlar ama keşke YUNAN GALİP GELSEYDİ! Büyük Ortadoğu Projesine de taraftarım. ABD menfaat sağlayacakmış ama olsun; ABD’nin desteğiyle halifelik gelecekse gelsin!..”

Bu vatandaşa “tarihçi” diyorlar. Geçmişle ilgili böyle ihanet kokan sözler sarf eden ve gelecek için de hiç öngörüsü olmayan bir tarihçi olur mu? İstiklal Savaşı’nda Yunan galip gelse ne olacaktı? Burada anlatmaya, sayıp dökmeye gerek var mı? Ya BOP? İşte sonuç ortada değil mi? Irak, Suriye, Libya, Mısır ne oldu? Ceremesini, yükünü yine biz çekmiyor muyuz? Savunduğunuz bu BOP’un aslında yanıp yakıldığınız Filistin’i tamamen yutup “Büyük İsrail”i kurma projesi olduğunu bile anlayamamışsanız daha ne diyeyim? İşte o projenin uygulamalarından biri olarak yanlış üstüne yanlış bindirildi ve 4 milyon Suriyeli yurdumuza dağıtılarak milletimizin kimyası bozuldu. Bir de “Ensar – Muhacir” edebiyatı uyduruldu ki sormayın!

Halifelik mi?

O kurum Hulefa-i Raşidin’den (İlk dört halife) sonra bitmiş, siyasetin bir objesi olmuştur beyler, kimi kandırıyorsunuz? Şimdi diyelim ki halifelik Suudlar’da; ne olacak? Filistin mi kurtulacak, İsrail yerin dibine mi batırılacak? Suud devleti ABD’nin kulu kölesi olmaktan, İsrail’i desteklemekten ve PKK’ya para yağdırmaktan vaz mı geçecek? Peki, halifeliğin tekrar bize geldiğini kabul edelim; arkamıza düşecek bir İslam ülkesi var mı? Kıbrıs’ı baştan fethedip Karabağ’ı, daha uzaklarda Çin zulmü altında inleyen Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi mi kurtaracağız? İşte en son Cenevre’de yapılan BM toplantısında en umduğumuz İslam devletlerinin bile Çin’i desteklediklerine şahit olmadık mı? Bu nasıl tarihçiliktir, nasıl tarih bilgisidir? Üretim yok, elimizdeki tarım ve hayvancılık kozunu bile kaybetmişiz, öteki İslam ülkeleri derseniz hepsi hazır yiyici olduğu için kimi ABD, kimi Çin, kimi Rusya, kimi de AB ülkelerine bağlılar. Böyle “Ümmet” olur mu ve “Ümmeti” böyle olan Halife ne yapabilir? Nasıl olacak bu iş?

Hem, Fesli Kadir’in 2002 yılında henüz AKP hükümeti kurulmadan Başbakan olacağı kesinleşmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’a söyledikleri de arşivlerde duruyor. Bu konuda, 20 Temmuz 2003 tarihinde Flash TV’de katıldığı ve Lozan konusunun tartışıldığı Ceviz Kabuğu Programı’nda bizzat ağzından çıkan ifadeler aynen şöyle: “Tayyip (Bey demiyor, Tayyip diyor) dedim, Başbakan olacaksın! Amerika Irak’ı vuracak. Amerika’yı kışkırt da Arapları ezsin. Onlar ne kadar ezilirlerse biz o kadar rahat ederiz!..” İşte “Ümmetçi” ve “Hilafetçi” geçinen Kadir Mısıroğlu, işte söyledikleri ve haklı olarak soruyoruz: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Yani hem halifeliği getireceksin hem de Müslümanları Amerika’ya ezdireceksin! Evet, Amerika Libya’da, Irak’ta, Suriye’de Müslümanları ezdi ezmesine de yükün çoğunu yine bizim sırtımıza bindirdi. Kadir Efendi, “ABD’nin desteğiyle halifelik gelecekse gelsin” diyordu, gelmedi. “Türkiye o kadar rahat eder”diyordu, etmedi.

Aslında O’nun derdi Türk Milleti ile. Çünkü hemen her fırsatta bölücülük, ayırımcılık yapıyor. Bir konuşmasında Alevi vatandaşlarımıza çatıyor, bir konuşmasında laikliği savunanlara, Atatürk’ü sevenlere: “Bir Müslüman hem Müslümanım diyor ve hem de Atatürk’ü seviyorsa ya ahmaktır ya da sahtekâr!” “İstediğimizi almış değiliz; yarı yoldayız. Hükümete niye şeriatı ilan etmiyorsunuz diyemezsiniz; zamanı var!..”

Duydunuz ya da okudunuz değil mi? “Zamanı var”mış! Menfaatperest sanatçılar, “Yetmez ama evetçi” Sosyal Demokratlar ve dahi Liboşlarla “beka” tuzağına düşen Milliyetçiler, siz de anladınız mı?

Videodan Fesli Kadir’in bu sözünü tekrar dinleyince ve Diyanet İşleri Başkanı’nın ziyaretleri ile birleştirince kendi kendime muzipçe bir soru sordum: “Acaba o zamanı görüştüler?”

Yok canım, dedim daha sonra; eğer Türkiye’de bir Diyanet İşleri Başkanlığı varsa ve Sayın Ali Erbaş da o makamda oturuyorsa bunu her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Diyanet’i kuran Atatürk’e borçlu…

Evet, yazımızın başında bahsettiğimiz gibi Diyanet İşleri Başkanı yanlış yapmış ve ziyaret edip poz verdiği kişiye bir de ciltlerle kitap hediye etmiştir. O kitapların ne olduğunu bilmiyorum ama keşke araştırma yapan ve işine yarayacak olan birilerine verilse idi.

Sonuç: Böylesi makamlar basitleştirilmemeli ve ağırlığı korunmalıdır. O ağırlık korunamıyorsa da gereğini yapmak iki satır dilekçeye ya da “Görülen lüzum üzerine” diye başlayan yine iki satırlık bir yazıya bakar; tıpkı TÜİK ve Sayıştay Başkan Yardımcılarının yaptıkları ya da onlara yapılan gibi…