“Ey iman edenler Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”

Maide Suresi 8. ayet

Yıl 1071. Günlerden 26 Ağustos. Malazgirt’te tarihin akışını değiştirecek bir meydan muharebesi yapılır, Bizans Sancakları düşer, Türk’e Anadolu kapıları açılır. Güneş gurupta batarken yenik Doğu İmparatoru huzura gelir. Alparslan Gazi’nin ilk sorusu şudur:

-Siz galip gelseydiniz ne yapardınız?

İmparator üzgün, imparator ezgin, imparator yeniktir.

-Asardım!

-Pekâlâ, bizim size ne yapacağımızı düşünürsünüz?

-Asarsınız!

Vakar içindeki Sultan mağlup hükümdara merhamet ve acıyla bakar. Verdiği cevap şudur:

-Serbestsiniz! *

"Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet! O kadar zalimsin ki düşmanımızı bile sevdirdin!"

İkinci Haçlı Seferleri esnasında Antalya’nın Elmalı bölgesine inen Haçlılar sadece Müslüman ahaliye değil, orada yaşayan Hristiyan Rumlara da çok büyük zulüm ve katliamlar yaparlar. Daha sonra II. Kılıçarslan’ın ordusunun karşısında büyük bir mağlubiyete uğrayan ve açlıktan kırılacak dereceye gelen Haçlılara bu defa Müslüman ahali yardım eder, karınlarını doyurur. Bu büyük alicenaplık karşısında üç bine yakın Haçlı askeri Müslüman olurlar. Neticeyi gören Papaz Odon çaresiz haykırır… "Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet! O kadar zalimsin ki düşmanımızı bile sevdirdin!" Papaz da dese, hakikat hakikattir. Papazın diline düştü diye hakikat batıl olacak değil ya! Kişi evvela merhametli olacak. Merhameti olmayanın dini olmaz! Ya ne yapacaklardı? Aman dileyenleri öldürecekler miydi? **

Alparslan Gazi’den yıllar sonra Doğu Roma’ya noktayı koyan Fatih de aynı civanmertlik içindedir. Şehre girince ağzında şu beytin döküldüğü rivayet edilir:

“Kayser'in kasrında örümcek perdedarlık ediyor,

Efrasiyab'ın sarayında baykuş nevbet çalıyor.”

Daha sonra da Bizans halkına verdiği “emanname’’ asırlardır Türk’ün yüksek adalet ve merhametinin müstesna bir örneği olarak kaydedilmiştir.

Başkumandanlık Meydan Muhaberesi’nden sonra esir alınan Yunan Orduları Başkomutanı Triskopis 1952’de kendisiyle mülakata gelen bir gazeteciye şöyle anlatır:

"Beni önce Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü'ye götürdüler. İnönü beni yanına alarak Başkomutanlığa götürdü. Atatürk beni mert bir askere yakışır bir biçimde kabul etti. Üzüntülü ve heyecan içindeydim.

Gazi'nin bana söylediği sözleri hiç unutamayacağım.

‘Üzülmeyin generalim,’ dedi. 'Siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte yenilmek de vardır. Napolyon da savaş kaybetmiş, tutsak olmuştu. Size karşı büyük bir saygı besliyoruz. Burada kendinizi tutsak durumda saymamanızı rica ederim. Konuğumuzsunuz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.’

Atatürk'ün bu ince ve nazik davranışı karşısında rahatladım. Moralim düzeldi. Bu büyük Komutana karşı içimde bir hayranlık duymaya başladım."

Daha önce değerli okul arkadaşım Cevat Saraç Bey de yazmıştı:

Tarih: 6 Mayıs 1972... Bursa Eğitim Enstitüsü’nün lokalinde Ülkücü ve devrimci gençler grup grup oturmuş, çaylar-sohbetler devam ediyor. Salonun çay ocağına yakın masalarından birinde bir vaveyla ve patırtı koptu, arkasından salonda bir sessizlik oldu. Gençlerden bir grup o günlerin kavga psikolojisiyle, “Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilmiş” diye sevinç gösterisi yaparak bağırıyorlardı.

Masada oturanlar, birbirimize baktık, birden Adana Kadirlili eski Ocak başkanımız İbrahim Boysal ağabey ayağa kalktı. Salonun ortasına doğru yürümeye başladı. Giriş kapısının yanına, duvara sırtını dayadı. Her zamanki tok sesiyle:

“Kendinize gelin! Ülkücü idam ve ölüm haberi karşısında sevinmez. O kayıplar da bu ülkenin, bu milletin kayıplarıdır. Eğer onların işlediklerinin kanunlar karşısında cezası idamsa, idamdır. Değilse, değildir.” Sonra devrimci gruba dönerek: “Sizlerle mücadelemiz sonuna kadar devam edecektir fakat biz Ülkücüler bir idam kararı karşısında sevinç gösterisi yapmayız, bu söylediklerimi Ülkücüler de devrimciler de iyi bellesin” dedi...

Bulunduğu yerde biraz durdu. Salondan çıt çıkmıyordu... Sonra ağır adımlarla dışarı çıktı.

Türk’ün töresi budur. Mağlupların enkazı üzerinde horon tepmek değil, mürüvvet göstermektir.

Değerli okuyucular, Türk tarihinde bu alicenaplıkların yüzlerce, binlerce örneği yaşanmıştır. Bunları neden yazdım? Geçtiğimiz günlerde MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası yargılanıp 10 sene hapis cezası alan ve halen Silivri Cezaevi’nde bulunup Yargıtay kararını bekleyen Mümtaz’er Türköne’nin adil yargılanması için bir tivit atmıştı. Ondan sonra bizim mahallede kıyamet koptu. Önce Mümtaz’er Türköne siyasi linçe tabi tutuldu. Arkasından Dr. Devlet Bahçeli’ye çok ağır eleştiriler yöneltildi.

Derdimiz Mümtaz’er Türköne’nin tutuklanmadan önceki son 10-12 yıldır içinde yer aldığı ve gazetesinde yazarlık yaptığı malum yapıyı aklamak ve Mümtaz’er Türköne’nin o günlerdeki tavrını tasvip veya ibra etmek değildir.

Ayrıca maksadımız geçtiğimiz haftalarda bir arkadaşımızın bir televizyon programında “sözün şehvetine” kapılarak yaptığı gibi sayın Dr. Devlet Bahçeli’yi neredeyse bir Hz. Ebuzer bir Mehmet Akif bir Nurettin Topçu veya bir Osman Yüksel Serdengeçti ahlâkı seviyesine çıkartmak da değildir.

Şüphesiz Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin dünya malı karşısındaki müstağni (gözü gönlü tok, elindeki ile yetinmesini bilen) tavrı takdire şayan bir husustur hatta bu azla yetinme tavrı az oyla yetinmek az milletvekiliyle yetinmek gibi bir siyasi tavra da dönüşmüştür. Ama Devlet Bey’in dünya malı karşısındaki bu tavrı asgari her Müslüman Türk’ten beklenen bir tavırdır.

Bize göre işin esasta bir siyasi ahlâk bir fikir ahlâkı bir meslek ahlâkı yönü vardır ve bu hepsinden daha da önemlidir. Bizim -başta Sayın Dr. Devlet Bahçeli olmak üzere- günümüz siyaset ve devlet adamlarından -özellikle son yıllarda- en çok beklediğimiz ve görmek istediğimiz ahlâki tavır da budur.

Aşağıda yazacağım destek cümlelerimden dolayı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’den herhangi bir atıfet, iltifat, teşekkür beklemediğimi belirtmek açısından Sayın Genel Başkan ile -çok evveliyatına gitmeden- sadece 2002’den sonraki münasebetlerimize kısaca temas etmek istiyorum.

2002 yılında yapılacak genel seçimlere haddimizi aşarak(!) -partimize ve Genel Başkanımıza sahip çıkmak adına- Bursa’da MHP’nin temayül yoklamasına katıldık. Bursa Ülkü Ocakları başkanlığımdan 35 yıl sonra ilk defa bir siyasi taleple gittiğimiz Bursa’da Ülkücüler bizi bağrına bastı. Tek parti döneminden kalma bir alışkanlıkla açık oy gizli tasnif usulüyle yapılmış olmasına rağmen -açık ara önde bitirdiğimiz temayül yoklamasından sonra- Sayın Genel Başkan bizi veto etti. İnsanız, nefsimize ağır gelse de bunu hiçbir yerde bir şikayet veya yakınma konusu da yapmadık. Kendi kendimize “anlaşılan Sayın Genel Başkan bizi yol arkadaşlarından saymıyor, Devlet Bahçeli’nin Genel Başkan olduğu sürece bize bu partide hizmet yolu kapalı” diyerek başka siyasi mahfillerde de siyasi gelecek aramayıp politika defterini kapattık.

14 Haziran 2004’te Devlet Bey Ankara Atatürk Hastanesinde kalp ameliyatı oldu, birkaç gün sonra geçmiş olsun ziyaretine gittim, hastane girişinde oluşturulan deftere geçmiş olsun ve şifa dileklerimi yazıp ayrıldım.

Sayın Genel Başkan’la en son 2004 yılının Kasım ayında “Başkent Ankara Mitingi”nden sonra MHP Genel Merkezi’nde görüşmüştüm, oldukça gergin geçen ve Devlet Bey’in tehevvürüne (öfkesine) yol açan o görüşmeden sonra -partimiz ve ülkemiz ile ilgili olarak yapılmasında fayda gördüğümüz bazı hususları kendilerine arz etmek için- özel kalemine yaptığımız bir-iki ziyaret talebinden sonuç alamayınca -anlaşılan Sayın Genel Başkan bizi dinlemeye tahammül edemiyor diyerek- peşini bıraktık.

Son yıllarda Doğu Türkistan Türklüğü’nün maruz kaldığı büyük zulümleri Türkiye kamuoyuna duyurabilmek maksadıyla aralarında hukukçuların ve Doğu Türkistanlı hocaların da bulunduğu bir grup aydınla “Doğu Türkistan Gönüllüleri” adıyla siyasi partiler ve STK’lara görüşme taleplerinde bulunduk. T.C. Diyanet İşleri Başkanı ile, HAK-İŞ Genel Merkezi yöneticileriyle, TÜRK-İŞ Genel Başkanı ve heyetiyle ATO Başkanı Sayın Gürsel Baran Bey ve heyetiyle görüşmeler yaptık. 2020 başından itibaren MHP Genel Başkanlık Özel Kalemi’ne bizzat isimler de yazdırarak defalarca yaptığımız görüşme taleplerimize halen cevap beklemekteyiz.

*Prof. Dr. Osman Turan Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi Turan Neşriyat Yurdu 1969

**Prof. Dr. Osman Turan Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi Turan Neşriyat Yurdu 1969

Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir.

Temele taş bulmak gecikebilir.

Devlete baş bulmak gecikebilir.

Adalet gecikmez tez verilmeli.

Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

Meraklısı için yazıyorum! Biz 1970’li yıllarda bütün kutsallarımızı yüklediğimiz ve -sıradan bir siyasi parti olarak değil- bir ‘iman hareketi’ olarak gördüğümüz MHP’nin dünkü ideallerine hâlen bağlıyız.

Ülkücülüğü de şu ve bu şahıs ‘kült’üne körü körüne itaat veya bir türlü “siyasi recüliyet eksikliğinden’’ kurtulamayan -ve iktidara gelmemeye adeta yemin etmiş- bir siyasi partinin daracık sınırları içerisindeki sıkı taraftarlığı olarak da görmüyoruz. Aksine Ülkücülük çok aşkın değerleri ifade eder. Büyük mütefekkir merhum Nevzat Kösoğlu’nun tabiriyle: “Ülkücülük, Türk Milliyetçiliği’nin vicdanı ve ahlâkıdır” ve bir karakter, bir hayat tarzı, bir dünya görüşü, bir Milliyetçi Büyük Türkiye ülküsüne adanmışlık derecesinde bağlılıktır.

Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin parti yönetim üslubuyla ilgili düşüncelerimizi yıllar önceki yazılarımızda paylaşmıştık, meraklısı bulup okuyabilir.

Mümtaz’er Türköne’ye gelince bizden dört-beş yaş gençtir, dolayısıyla Ülkü Ocakları yıllarından tanışmayız. Onların Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenciliği ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde çalıştığı yıllarda biz Bursa-Eskişehir Cezaevleri’nde tutukluyduk. Cezaevinden 1985’te tahliye olduktan sonra bizim Mustafa Çalık’ın -halen büyük sabır ve ısrarla, başarıyla neşriyâtını devam ettirdiği- Türkiye Günlüğü’nün idarehanesinde ve bazı dost meclislerinde birkaç kez karşılaştık. En son 22 Temmuz 2011 tarihinde merhum gazeteci yazar Necdet Sevinç Bey’in cenaze merasiminde Fatih Camii’nin avlusunda karşılaşmıştık. Yanımda damadım Halil Alptuğ Bey de vardı ona dönerek “Zor bir adama damat olmuşsun, Allah yardımcın olsun.” dediğini hatırlıyorum.

Tabii gazete yazarlığı döneminde zaman zaman telefonla arayıp tenkitlerimi ifade ediyordum. Bir keresinde de Türkistan seyahatinden döndüğünde Hz.Türkistan (Ahmet Yesevi) ile ilgili güzel bir yazı yazmıştı, aradım tebrik ettim. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Mümtaz’er Bey bak bu yazınızı beğendim.

-Ne yani ağabey, öbür yazılarımı beğenmiyor musun?

-Evet beğenmiyorum, dedim.

25 Eylül 2013 tarihinde Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın bir yazısında Ülkücülük ve Ülkücüler ile ilgili densiz laflar etmesi üzerine aşağıda linkini verdiğim açık mektubu yayınlamıştım. Bu mektubu Mümtaz’er Türköne’ye, Ahmet Turan Alkan’a bir de Mustafa Çalık’a da göndermiştim. Mustafa Çalık bile “Azizim çok ağır olmuş.” demişti.

https://www.efendibarutcu.com/sayin-ekrem-dumanli/

Daha sonra Mümtaz’er Türköne malum sebeplerle tutuklandı. 18 Ağustos 2017 tarihinde Ankara’da bir yeğenimizin düğününde Erzurum Ülkü Ocakları Eski Başkanı Muammer Cindilli Bey’le bir aradayken Mümtaz’er Türköne’nin annesinin vefat haberini aldık. Ertesi gün Ankara’da Çubuk İlçesi'nin Kuruçay Köyü’ne defnedileceğini öğrendik. Merhumenin son vasiyeti “Beni Ülkücü Şehit oğlum Mustafa Türköne’nin yanına defnedin.” olmuştu.

Mustafa Türköne 12 Eylül öncesi Ankara’da devrimci katiller tarafından şehit edilmiş ve annesinin köyüne defnedilmişti. Ertesi sabah Muammer Bey’le beraber cenazeye katılmak üzere köye gittik. Bu konuyu da aşağıda linkini atacağım “Bir Şehit Annesini Ahiret Yurduna Uğurlarken” başlığıyla yazmıştım.

Şimdi Mümtaz’er Türköne Silivri Cezaevi’nde tutuklu ve ağır hasta, kalp damarlarından birisi tamamen tıkalı. Mümtaz’er Türköne de -diğer benzeri hastalar gibi- Covid-19 salgını sebebiyle doktora hastaneye götürülemiyor, dışarıda iki özürlü evladı var.

Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar derler. Afyon Cezaevi’nde 1981’de tutukluyken akciğerlerimden ileri derecede rahatsızdım, bir de çok ağır mide kanaması geçirmeme rağmen gece yarısı götürüldüğüm Afyon Göğüs Hastanesi’nin Başhekimi -ismi Kemal- “Bu ölür, bunu alın götürün diyerek” hastaneye yatırmadığı gibi beni Ankara’ya da sevk etmeyip cezaevine geri gönderdi.

O aylarda Ankara’da neşredilen, değerli Doç. Dr. Kazım Kara Bey’in mesul müdürlüğünü yaptığı “Olaylara Bakış” mecmuasına çok gizli yollardan gönderdiğimiz bir mektubun yayınlanması üzerine Afyon Sıkıyönetim Komutanlığı’nın cezaevi görevlileri hakkında soruşturma açması ve -daha ileriki yıllarda Sağlık Bakanlığı da yapan- Afyon Devlet Hastanesi Başhekimi Sayın Halil İbrahim Özsoy Beyefendi’nin çabalarıyla kapağı Ankara Numune Hastanesi mahkûm koğuşuna zar zor atabilmiştim. Bütün bunları yazsam ciltler dolusu roman olur.

Mahkûm da olsa bir insanın sağlığı ve can güvenliği devletin ve hukukun teminatı altındadır. Fakat bizde “küçük memur faşizmi” denen bir hastalık vardır. Yukarıdaki “vur!” der aşağıdaki öldürür.

Şimdi Mümtaz’er Türköne’ye ve Sayın Dr. Devlet Bahçeli’ye -sırf bu sebepten dolayı- yakışıksız sataşmalarda bulunanlara sesleniyorum: Yani paralel yapının ihanetinin tek mesulü Mümtaz’er Türköne mi Allah aşkına? Aynı gazetede yazan Ali Bulaç yıllar önce tahliye oldu. Kamuoyunda Fetullah Gülen’in sözcüsü olarak kabul edilen Hüseyin Gülerce hiç tutuklanmadı. Mehmet Altan dışarıdadır. İnsan düşünmeden edemiyor, yani Mümtaz’er Türköne’nin eski mahallesi iktidar sahiplerinin mahallesinden olmadığı için mi tutukluluğu devam ediyor. Daha ihanet şebekesinin siyasi kanadı üzerine gidilememiştir? Yapının ağa babalarından bazıları devletin her kademesinde, yüksek idareciliklerde, basın-yayın kuruluşlarında, -Fetullah Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret eden bazı milletvekilleri- TBMM’de halen arz-ı endam etmektedirler.

Meşhur bir söz vardır “İlk taşı hiç günahı olmayan atsın”. Ayrıca Türk töresinde düşene vurulmaz, aman diyene kılıç kaldırılmaz. Temenni ediyorum ki Mümtaz’er Türköne yakın geçmişteki yanlış yerde duruşuyla eski Ülküdaşlarını ne kadar üzdüğünün, ülkeye ne gibi zararlar verdiğinin muhasebesini kendi vicdanında yapmış olsun.

Dr. Devlet Bahçeli’nin Mümtaz’er Türköne’nin adil yargılanması çağrısına katılıyorum. Bu adil yargılanma çağrısının sadece Mümtaz’er Türköne için değil, bütün tutuklular için bir çağrı olmasını temenni ediyorum. Türkiye’de adalet müessesesi, üzerine düşen ağır gölgeden kurtulmalı ve her demokratik ülkede olduğu gibi kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü esas alınmalı, başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere -siyaset ve devlet adamları mahkemelerden hoşlarına gitmeyen bir karar çıktığında- yargıya ayar verme huyundan vazgeçmelidirler.

Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Adalet, bir hakkın haklısına teslimidir. Asırlar içinde halkalar halinde birbirine eklemlenen Türk devlet geleneğinin en mühim, en müessir vasfı adalettir.” sözüne atıfta bulunan Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin bu adalet çağrısının -başta Milliyetçi Hareket Partisi’ni yönetme tarzında olmak üzere- devlet ve millet hayatımızda da hâkim kılınması noktasında aynı gayreti göstermesini beklediğimizi ifade etmeden geçemeyeceğim. Devlet Bey’in Mümtaz’er Türköne ile ilgili çağrısına tepki gösteren bizim mahalleye de bir sözüm olacak:

Sayın Genel Başkan’ın Alâeddin Çakıcı meselesinde olduğu gibi Mümtaz’er Türköne ile ilgili çağrısını da -sadece bu konuda- destekliyor ve doğru buluyorum.

Bırakınız Devlet Bey kırk yılda bir vicdanlı tavır sergiledi, ona da pişman etmeyin.

Efendi Barutçu

Editör: TE Bilişim