31 Mart 2019 Mahalli İdareler Genel Seçimi ve  “Olmadı bir daha yapalım” denen bazı ilçe seçimleri ile “Cepten çıkarılan yirmi liralığın bütünü içine gizlenen beş lirası sahte” gibi akıl ve mantık dışı bir gerekçe icat edilerek yenilenen İstanbul seçimleri geride kaldı.

Küçük yerlerde yenilenen seçimler kendi özel şartları içinde değerlendirildiği için kamuoyunu fazla ilgilendirmese de “Türkiye’nin özeti” olarak kabul edilen İstanbul seçimleri Türkiye’yi olduğu gibi diğer dünya ülkelerini de yakından ilgilendiriyordu. 23 Haziran günü yapılan seçim Türk Milleti’nin sağduyusunu kaybetmediğini ve ikna edilemediği birtakım siyasi madrabazlıklara pirim vermeyeceğini göstermesi bakımından büyük önem taşıyor.

Bu seçimler, tıpkı bütün yirmi liralığın beş lirasının “sahte” kabul edilmesi misalinde olduğu gibi ne olduğu tam olarak anlaşılmayan;  herhalde dünya durdukça da anlaşılamayacak olan ve adına “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen garabet uygulamanın milletimiz tarafından benimsenmediğini de bütün açıklığı ile ortaya koyması bakımından ayrıca önem taşıyor.

Eskiler, “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” diyerek taşı gediğine koymuşlar ama tabii anlayana, anlayanlara…   

 AKP içinde, “Sistemin aleyhlerine işlediği, Bakanların dışarıdan olup milletvekillerinin etkisiz olmasının sakıncalı olduğu”na dair haberler yükselirken bir de baktık ki, verdiği kayıtsız şartsız destekle adeta bu sistemin yolunu açan Devlet Bahçeli, “Türkiye’nin geleceği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne bağlıdır” mealinde bir açıklama yapıverdi. Cumhurbaşkanı’nın İstanbul ve çevresi milletvekilleri ile yaptığı değerlendirme toplantısından sonra da AKP sözcüsü Ömer Çelik, “Sisteme uyum sağlayamayan bürokratların tespit edilip gereğinin yapılacağına” dair bir açıklama yapmasın mı?

Anlaşılıyor ki, “Biz yaptık oldu” anlayışı devam ediyor ve kabahati kimse kendisinde aramıyor. Kaybedilen seçimler sonrası suçu başkalarında ve hele hele bürokraside aramak zaten siyasetin tahakkümü altında bulunan devlet çalışanlarının devlet memuru hüviyetlerini bırakıp tamamen parti elemanı olmalarını istemek demektir.

Oysa her şey apaçık, açık seçik, ayan beyan ortada ki, Partili Cumhurbaşkanlığı olmaz, o la maaz!

Sistemin adı yine “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak kalabilir, bunun mahzuru yok ama siyaset sahnesine çıkıp parti kongrelerinde, toplantılarında, açılışlarda ve hele de iftar sofralarında kendi siyasi partisi ya da ittifak ortağının dışındakilere veryansın eden bir Cumhurbaşkanı, kim olursa olsun ve hangi yemini ederse etsin sözlerine hâkim olamaz. Bunun bir diğer sakıncası da karşıdaki muarızlarla hâkim ve savcıları zor durumda bırakmasıdır. Hukuken koruma şemsiyesi altında bulunan Cumhurbaşkanı’nın siyaseten yaptığı konuşmalarla o konuşmalara verilen cevaplar nasıl ayırt edilecek ve ayırt edilse bile bu durum ve şartlar altında hangi savcı Cumhurbaşkanı aleyhine dava açabilecek ve hangi hâkim aleyhte karar verebilecektir? Muhalefetin, basın kuruluşlarının çaresiz bırakıldığı, adalet mekanizmalarının işletilemediği bir ortamda haktan, hukuktan, adaletten, demokrasiden söz edilemez.

Son zamanlarda Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan kurulların da tartışma konusu olduğu herkesin malumu. Sayısını ve ne işe yaradıklarını kimsenin tam olarak bilmediği Uzman ve Başuzman kadroları, her birine verilen şoförlü ve çakarlı makam araçları adeta devlet içinde devlet görüntüsü verirken “Uzmanlarla olmadı kurullarla gidelim” dercesine oluşturulan bu kurullar en son oluşturulan “Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu” ile iyice dikkatleri toplayıverdi. AKP’nin kurucusu ya da etkin kişilerinden olup şimdi ayrı düşen ve yeni bir parti kurma hazırlığında olanların konuşulduğu bir dönemde bu kurula seçilen isimler de zaten “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nden ziyade “Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ni çağrıştırmakla kalmıyor, belgeliyor. ANAP döneminin Meclis Başkanı ve Başbakanlarından Yıldırım Akbulut hariç isimlerin hemen hepsi de AKP’nin ununu eleyip eleğini asmış olanlarından oluşuyor ve mesela ittifak ortağı MHP’den bile kimsecikler yok!

Bu kurulla ilgili olarak sosyal medyada rastladığım ilginç bir yorum durumu tam olarak özetliyor gibiydi: “Muhaletsavar Kurulu!” Hele de bu kurul üyelerinin yaptıkları ilk toplantıda daha ne yapacaklarını, ne işe yarayacaklarını bile tartışmadan, 13.00 TL olarak tespit edilen maaşlarını 18.000 TL’ye çıkarmaları bardağı taşıran son damla oldu ve daha işin başında tartışılır hale geldiler. 

Bu durum bana, Rahmetli Dündar Taşer’in aktardığı yaşanmış bir olayı hatırlattı. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, Anayasa hazırlatmak için çağırdıkları hukuk profesörleri, daha ilk toplantıda “Aç olduklarını” söylüyorlar. Yemek getirtiliyor ve karınlarını tıka basa doyurduktan sonra da Milli Birlik Komitesi Üyeleri’ne soruyorlar: “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?..”

Dündar Taşer sonrasını şöyle anlatıyor: “Bu soru beni uyandırmaya yetti. Allah Allah, benim istediğim gibi Anayasa olacaksa size ne ihtiyaç var?”

Aslında, Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin temellerinden olan adı sanı belli bir Türkiye Büyük Millet Meclisimiz var. Ancak ne yazık ki bu yeni sistemle birlikte milletvekili sayıları arttırılırken yetkileri daraltıldı. İktidar Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan bazı kanunları ittifak kurduğu MHP’nin adeta kayıtsız şartsız desteği ile ve oy çokluğu ile ve bir bakıma “Gelene geç” mantığı ile karara bağlatıp geçiriyor. Oysa devletin ve milletin geleceğini ilgilendiren her türlü kanun ve karar geniş katılımlarla, muhalefetin görüşleri de dikkate alınarak çıkarılmalıdır. Eğer böyle olsaydı, dış politikada karşılaştığımız sıkıntılar ve ekonomideki dalgalanmalar büyük ölçüde telafi edilebilirdi.

Devlet idaresi inatlaşmaya gelmez, hatadan dönmek en büyük erdemdir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi “Partili Cumhurbaşkanı” olmadan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetki ve sorumlulukları arttırılarak sürdürülebilir. Milletimizin gerginliğe değil huzur ve sükûna ihtiyacı var. Piyasaların canlanması, milletimizin önünü görerek yaşaması ve gençlerimizin ülke geleceği için hayaller kurup geleceğe yatırım yapmaları buna bağlı. Yoksa karamsarlık bir millet için en büyük felakettir.

*Galip ERDEM, Dündar Taşer’in Ülkücülüğü. BOZKURT Ülkü Dergisi, Haziran 1974, Sayı 21