İsmail Kara, Türkiye'de islamcılığın ve bu görüşün siyasete sirayet edişinin detaylarını röportaşında açıklıyor.

Türkiye'de ahlak vurgusu ve hukuk fikri üzerine verdiği röportajın bir kısmı şöyle:

"Zaman zaman “İslâmcılık öldü, bitti, yenildi” başlıklı tartışmalar gündeme geliyor. Bu tartışmanın Türkiye’yi aşan uzantıları olmakla birlikte Türkiye’de genellikle AK Parti tecrübesi ve bu tecrübenin “başaramadıkları” üzerinden, genellikle AK Parti’ye muhalefet etmenin bir parçası olarak gündeme geliyor. Bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Siyasi-görünür amaçlarının yanısıra hakikat payı taşıdıklarını da düşünüyor musunuz?

“Siyasal İslâmın İflası” edebiyatı bir Soğuk Savaş sonrası kurgusudur ve uluslararası merkezlerde inşa edilmiştir; aynen Siyasal İslâm gibi. Yabancı akademisyenler arasında kurucu aktörlerini de bilen biliyor. Önce bunları görmek lazım. Fakat benim açımdan buradaki en önemli problem İslâmcılığı siyasal olana indirgemek ve onunla sınırlı olarak iniş ve çıkışlarını, büzülme ve genişlemelerini, ölümünü dirimini konuşmak. Bu parlak ve yaygın gibi gözükmekle beraber çok yanıltıcı ve daraltıcı ayrıca zorlama bir perspektif.

Türkiye’de AK Parti üzerinden İslâmcılığın ölümünü gündeme getirenlerin AK Parti ittifakı ve mübalağalı desteği ile başlayıp yolları ayrıldıktan sonra bunu dillendirmiş olmaları da elbette kayda değer bir hadisedir. Kendi ölümlerinden mi bahsediyorlardı yoksa? Bu konuşmada da birkaç defa altını çizerek söyledik; İslâmcılık iki üç asırlık tarihinde hiçbir zaman siyasalla sınırlı bir düşünce ve hareket olmadı, yeni bir İslâm yorumu peşinde yol aldı. Siyaset onun sadece bir yönüne, hadi önemli bir yönüne diyelim, işaret eder.

Doğru olan bir şey de var; bütün tarihi boyunca İslâmcı gruplar iktidara yaklaştıkça yahut iktidar oldukça fikri yönü ve muhalif damarı zayıflar, uyum ve entegrasyon yönü kuvvetlenir, kendi ülkesinin siyasi merkezine ve uluslararası odaklara, aktüel politikalara yaklaşır. Bu doğru ve bir bakıma normal. Bu problemi mercek altına almak ve tenkit konusu yapmak lüzumlu bir faaliyet. Yanlış olan bunu İslâmcılığın bütününe teşmil etmek.

Meselenin olabildiğince doğru bir yerde müzakeresi ve farklı seviyelerde anlaşılması için bazı sorular soruyorum; Türkiye’de ve İslâm dünyasında Yeni Selefilik geriliyor mu? Din eğitimi yahut başörtüsü talepleri, dindar kızların okuma ve hayatın her kademesine katılma arzuları azalıyor mu? Cami yapımları, Cuma cemaati düşüyor mu? Dindarlaşarak ilerleme, kalkınma ve zenginleşme arayışları, İslâm devleti, İslâm demokrasisi, İslâm ekonomisi fikirleri gerileyişte mi? Değilse eğer İslâmcılık nasıl ölmüş bitmiş oluyor? Burada daha soğukkanlı, dikkatli ve derinlikli tahlillere, tenkitlere ihtiyaç var. Değişmek ve dönüşmekle bitmek, ölmek aynı şey değil.

TARİH AK PARTİ’Yİ MİLLÎ GÖRÜŞ VE REFAH HAREKETLERİ GİBİ İSLÂMCILIK İÇİNDE DEĞERLENDİRECEKTİR

AK Parti’yi İslâmcılık tartışmaları bağlamında nereye yerleştiriyorsunuz?

Benzer bir mesele de bu. Biliyorsunuz AK Parti İslâmcılıktan vaz geçtiğini beyan ederek kuruldu ve küreselleşme politikalarına, liberalizme uygun bir siyasi dil kurarak, bir program geliştirerek iktidara geldi. Uygulamaları da hususen 2013’lere kadar bu istikamette gitti. Sonra konjonktürün de etkisiyle milliyetçi damarlarını, statükoyu daha fazla hatırladı.

Fakat tarih onu Millî Görüş ve Refah hareketleri gibi İslâmcılık içinde değerlendirecektir sanırım. Muhtemelen de uyum hattı kuvvetli bir İslâmcılık çizgisi içinde ve İslâmcılığın birçok yanını ve kanadını sisteme taşıyan, bürokrasiye, iktisadi alanlara, güce yaklaştıran, bu arada sistemi de taşıyan ve dönüştürmeye çalışan bir hat üzerinde… Bunun fikri zayıflamalar ve geri çekilişler getireceği açıktır. Ben İslâmcılıktan ilk vazgeçişin Refah Partisi’yle ve Adil Düzen projesiyle başladığını düşünenlerdenim, onun için düşünce planında “Millî Görüş gömleğini ilk çıkaran Erbakan’dır” demiştim.

Yalnız bir şeyi görmek lazım, Erdoğan din eğitimi-İmam Hatip Okulları, başörtüsü, Ayasofya, Filistin-Kudüs, dünyaya meydan okuma gibi Türkiye’de muhafazakâr ve İslâmcı söylemin güçlü ve aktif unsurlarını devreye almakta ve çözümler üretmekte cesur, atak ve başarılı olmuş bir liderdir. Bu da ona devamlı ve canlı bir destek olarak dönmüş, sisteme uyum ve entegrasyon sebebiyle ortaya çıkan birçok iç problemi ve gerilemeyi örtmüştür.

AK Parti iktidarıyla normalleşme ve dinle, tarihle ve toplumla barışma süreci yaşandı. Ancak son zamanlarda hem genel olarak toplumda hem de İslâmi-dindar kesimde İslâm’a ve İslâmcılığa yönelik bir hoşnutsuzluk, bir hayal kırıklığı var. Bu gözleme katılır mısınız? Sizce neden böyle oldu? Nerede yanlış yapıldı?

Böyle bir vakıa ve problem var. Fakat ben bunun aktüel olanla, mevcut iktidar ile sınırlı olarak tam anlaşılıp kavranamayacağını düşünüyorum. Nöbet gibi gelip giden bu açılma-kapanma, ümit ve karamsarlık Türkiye’nin baş edemediği yapısal bir problem gibi duruyor. Türkiye siyaset alanı dahil müdahaleye uğramaktan, tahripkâr yaralar almaktan kendini korumakta başarılı olamıyor ve netice itibariyle maküs talihini yenemiyor.

Biraz yakın tarihi tahlil unsuru olarak kullanırsak benzer genişleme ve daralmaların DP ve Menderes ile, Demirel ve AP ile, Özal ve ANAP ile hatta çok kısa ömürlü olmakla beraber Erbakan ve MSP, sonra RP ile yaşandığını görebilir ve buralardan başlayarak, benzerlikleri ve farklılıkları hesaba katarak bugünkü problemi daha sıhhatli masaya yatırabiliriz kanaatindeyim. İsterseniz Ecevit ve CHP’yi de dahil edelim. Aynı takip ve değerlendirmeyi diyelim ki üniversite, basın, fikir ortamları, fikir grupları, vakıflar, sivil toplum kuruluşları -ben başından beri Türkiye’de sivil toplum kuruluşu olmadığını söyleyenlerdenim- üzerinden de yapabiliriz.

Nerede yanlış yapıldı, yapılıyor sorusunun cevabı elbette kısa olmayacak, olamaz. Ama yine de kısa bir cevap verebiliriz; herhangi bir gücü eline geçiren başkalarının; başka kurumların, başka kişilerin, başka fikirlerin ve tercihlerin varlarını, güçlerini, imkânlarını ortadan kaldırarak, iyice zayıflatarak kendi varlığını sürdürebileceğini düşünüyor. Herkes güvensiz bir konumda veya kendini öyle hissediyor. Belki de böyle bir his enjekte ediliyor.

Halbuki bugünün şartlarında bir memleketin kurumları, insanları, fikirleri, onların öncelikleri diğerleri için bir tehdit değil bir ayna, bir iç tenkit, sınama-sağlama aracı ve güç devşirme mekanizması, farklı şartlarda bir alternatif olmalıdır, öyle mütalaa edilmelidir. Bunu beceremiyoruz, entelektüel ve fiili kapasitemiz, belki vatanperverliğimiz, kendimizi konumlandırma biçimimiz, yetişme ve düşünme tarzımız buna yetmiyor. Milletimizin her bir ferdinin, her bir kurumunun mütevazi bile olsa başarısını kendi başarımız kabul etmiyoruz, edemiyoruz, kendimiz için de devreye sokamıyoruz. Bunun karşı tarafı da böyle, yanımızdakinin başarısızlığına, ezilmesine, hak ve hukukunun ayaklar altına alınmasına âdeta seviniyoruz."

Editör: TE Bilişim