Ortaokul ve lise yıllarımda okul bültenlerine ve mahalli gazetelere yazdıklarımı da sayarsak aşağı yukarı 55 yıldan beri yazıyorum ama hiçbir yazımın başlığını düşünmekte bu kadar zorlanmamıştım.

Bir şair, bir ozan, bir hatip ve hepsinden öte bir dava adamı, bir insan, bir adam gibi adam öteki âleme göç etti. Bu dünyadaki her şey ve herkes fani olduğuna göre bundan normal bir şey yok. Anormal olan şu ki, “dünya” denilen bu âlem vefa nedir bilmeyen, hasbe’l kader sahip oldukları makamların kadir ve kıymetini bilmeyen “dünyalık” insanlarla dolu. O Ozan ki, kutsal bildiğimiz Türk Ülkücülüğü davası yoluna çocuk yaşlarda girmiş ve hiç sapmadan, fire vermeden, yalpalayıp sağa sola sapmadan ömrünü tamamladı; hem de ne ömür! İşte bu haliyle O, Rahmetli Galip Erdem Ağabey’in ülkücülük tarifine uyan yegâne kişilerden biridir. Gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz ki “O bir ülkücü idi.”

Ancak Rahmete kavuştuktan sonra bir daha gördük ve anladık ki, hak bildiğimiz bu davanın resmiyetteki temsilcileri Ülkücülüğü kavrayıp o makamları hak edenler değil de sanki bir yerlerden görevlendirilmiş kişiler olarak duruyorlar. Söylenen yakışıksız ifadeler, cenaze törenine katılınmaması için verilen talimatlar başka nasıl izah edilebilir ki? “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!” Bu bir dini emir olduğuna göre; demek ki o şahıslar bundan da habersizler! Evet, son yıllarda büyük bir kopuş ve ayrışma vardı ama uzaktan selamlaşmalar ya da görmezden gelmeler olsa bile hiç değilse cenazelerde aynı cami avlusunda ya da mezarlıkta bulunabiliyorduk. Ne yazık ki artık bunun da olmayacağı, olamayacağı anlaşıldı. Hele ki, Mustafa Yıldızdoğan’ın, kendisi üzerinde büyük emeği olan Ozan Arif’in defnedileceği güne rastlayan konserini iptal etmemesi akıl alacak bir iş değil.

Bu konuları, Lütfü Şahsuvaroğlu kardeşimiz yalnızca dört mısra ile çok güzel ifade etmiş. Onun için başka söze gerek yok:

“Yok saydılar hakikati yazanı,

Dâvâ şimdi fitne fücur kazanı.

Arifler kahırla nasıl yaşar ki;

Sonsuzluğa uğurladık Ozan’ı.”

Birkaç yıl önce Almanya, Fransa ve Hollanda’ya seyahatlerim olmuştu. Haliyle oralarda ülküdaşlarımızla oturup konuşuyor, dertleşiyorduk. Her üç ülkede de gördüm ki, Ozan Arif Avrupa’da silinmez, silinemez izler bırakmış. Başbuğ’un sağlığında, Türkiye’deki siyasi hareketlerin en güçlü temsilcisi durumunda olan Türk Federasyonu’nun iki yüzden fazla derneği vardı ve Ozan Arif hepsinde konserler veriyor, yurt dışında yaşayan kardeşlerimizi coşturup milli heyecanlarını ayakta tutuyordu. Başbuğ’un vefatından sonra Avrupa Türk Federasyonu’na bağlı derneklerin en az yarısı kapatıldı, oralarda görevli olanlarla Ozan Arif kara listeye alınıp dışlandı ve bunun sonucu olarak gelen yurt dışı oylarda MHP’nin nasıl yerlerde süründüğünü gördük.

Ozan Arif’in ülkücülüğüne, iman ve inancına kimse laf söyleyemez. Söyleyenler, karalamaya çalışanlar bugün vardırlar yarın yokturlar ama O şiirleriyle, şarkılarıyla, kükreyen sesiyle yaşayacak, nesilden nesile aktarılıp gidecektir. Nitekim Ankara’daki bazı beyler ileri geri konuşup cenazeye katılınmaması için teşkilatlara talimatlar verirlerken Kerkük başta olmak üzere Türk Dünyası’nın çeşitli yerlerinde Gıyabi Cenaze Namazları kılınıyordu. Onun için ben Ozan Arif’in davaya hizmetinden çok tam da bir ülkücüye yaraşan insani ve İslami yönünü anlatmak istiyorum. Anlatacaklarım sosyal medyada yayınlandı ama oralarda kalıp gitmesin diye onlardan ikisini alıp yazıya dökmek istedim. Bu iki paylaşım da zaten Ozan Arif’in unutulmayacağının birer belgesi durumunda.

İşte, MHP Antalya eski il başkanlarından Mustafa Akar ve Türk Ocakları Antalya Şubesi Başkanı Abdullah Uysal kardeşlerimizin şahit oldukları yaşanmış bir olay. Mustafa Akar anlatıyor:

“Bir gün Ozan aradı, ‘Kardeşim Antalya’da mısın’ diye sordu. Evet Abi dedim. ‘İyi, ben de Antalya’ya geliyorum’ dedi. Sonra Antalya Türk Ocağı Başkanı Abdullah Uysal Bey arayıp, ‘Ozan seni aradı mı’ dedi, evet dedim. Bir gün sonra Abdullah Hoca ile buluşmuşlar, işyerime geldiler. Birlikte oturduk sohbet ettik. Hayırdır Abi dedim, ‘Hayırlı iş için geldim’ dedi… Serik’te yaşayan Çankırılı Ülküdaşımız Hüseyin Hayta amansız bir hastalığa yakalanmış. Antalya’da özel bir Hastanede tedavi görmekteymiş. Ülküdaşımız bir gün kızı Ülkü’yü çağırıp diyor ki ‘Benim hayatta iken bir tek dileğim var; ölmeden OZAN ARİF ile tanışmak istiyorum, tek dileğim bu!’ Kızı bu isteği yerine getiriyor ve Ozan Arif’e, babasının arzusunu ileten bir mektup yazıyor. Ozan da mektubu alıp ‘Tamam kızım, geleceğim’ diyerek telefonunu alıyor. Sonra Almanya’dan atlayıp geliyor Antalya’ya… Bu konuyu anlatınca çok etkilendik. Ülküdaşımızın kızını aradık ve ‘Biz geliyoruz Ozanımızla’ dedik. Önce inanmadı, ‘on dakikaya geliyoruz’ deyince kızcağız telefonda gözyaşlarını tutamadı ve fazla da konuşamadı zaten. Ozan Arif, ben, Fethi Bey ve Abdullah Hoca gittik hastaneye. Kimse birbirini tanımıyor aslında. Hastane önünde kızcağız bekliyordu. Ozan’ı görünce ağlayarak sarıldı. Kafeteryaya oturduk. Babasını sorduk, ‘Yukarıda, alıp geleceğim’ dedi. Biraz sonra tekerlekli sandalye ile Ülküdaşımızı alıp geldi. O kavuşma anını keşke tüm ülkücü dava arkadaşlarımız görseydi! İki saate yakın özlem giderildi. Ülküdaşımızın son arzusu yerine gelmiş oldu, sonra vedalaşıp ayrıldık…”

Dikkat ederseniz, “MHP eski il başkanlarından” ifadesini kullandım. Hâlihazırdaki il başkanları ne yazık ki “talimatlı” oldukları için cenaze törenine de katılamadılar, açıktan başsağlığı da dileyemediler. Ne kadar acı değil mi?

Bir paylaşım daha… Ozan Arif’in Almanya’da firarda/sürgünde olduğu ve vurup sazının teline de türkü yaktığı yıllar…

“Üç kardaştık bir zamanlar üç kardaş

O toprakta sen zindanda ben sürgün

Aklımıza gelir miydi hiç kardaş

O toprakta sen zindanda ben sürgün…”

İşte o yıllarda Almanya’dan kalkıp Türkiye sınırında Meriç Nehri kıyısına gelir bir fırsatını bulup Edirne Hapishanesi’nde, zindandaki ülküdaşlarını ziyaret eder. Bu anlamlı ziyareti de, Taş Medreseli Suat Günel’den aktarıyorum. İşte O’nun, “Herifler Ölmez” başlıklı paylaşımı:

“1979 yılı başlarıydı ve Edirne Kapalı Cezaevi’nde sürgünde idik. Bir sabah uyandığımızda Ozan Arif koğuşumuzdaydı, şaşırdım. Çünkü Ozan Almanya’da ve firardaydı. ‘Ne o, yakalandın mı’ dedim. ‘Yok’ dedi ‘Kurban olduğum, ezan sesi dinlemek için Almanya’dan Meriç Nehri kenarına gelmiştim, aklıma sizler gelince sınırı geçtim ve Ocak’taki arkadaşlar da buraya getirdiler.’ Hasretle sarılıp sevinçten ağladım, ağlaştık. Sonra, ‘Bir daha böyle delilik yapma’ deyip eline bir kırık saz verdim ve Edirne Kapalı Cezaevi’nin Ülkücü Siyasi Birinci Kısım Bahçesi’nde resim çektirdik. Diyeceğim o ki, herkes ozan olur da Herif olamaz, Herifler Ölmez!”

İşte O böylesine vefalı, böylesine vatan, millet sevdalısı ve böylesine Ülkücü bir yiğitti ama vefasızların, etiket ülkücülerinin gadrine uğradı. Çok sevdiği Başbuğu’nun mezarını ziyaret etmesini bile engellemişlerdi ama cenaze törenini herkes gördü… Yasaklamalara, talimatlara rağmen yurdun dört bir tarafından ve yurt dışından binler, on binler akıp geldi.

Öbür âlemdeki düzeni elbette Allah’tan başka kimse bilmiyor da; sevenler sevenlerine kavuşacaklarsa ve Ozan Arif Başbuğ’a her şeyi anlatırsa ne olacak? Sahi ey yasakçılar bunun vebalini nasıl ödeyeceksiniz?