Bir önceki yazımızda bütün faaliyetlerin ekonomik sorunun çözümü olarak görünen yabancı parayı elde edebilme etrafında dolaştığını ifade etmiştik. Oysa ekonomideki yapısal sorunları çözseniz ne türkü çağırmak zorunda kalacaksınız, ne de ben akıllıyım bu işleri hallederim diyen adamların peşine düşmek zorunda kalacaksınız. Onlar da ülkenin itibarını kendi itibarları gibi göstererek kerameti kendinden menkul sahte kahramanlar gibi caka satıp gezemeyecek. Bu günlerde bir armut türküsü daha dinliyoruz, hatta hali hazırda çalmaya da devam ediyor.

Bunu biraz açmak gerekecek.

Ekonomik yönetimin ne olduğunu basitçe açıklamamız gerekirse ülkenin ihtiyacı ile insanların taleplerini eşleştirme mahareti gösterecek beklentilerin yönetilmesidir diye cevap vermemiz mümkündür. İşte bu yüzden, davranışsal iktisat yaklaşımının oyun teorisine kıyasla daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Ancak, hem davranışsal iktisadın, hem oyun teorisinin çeşitli modelleri ile kurulan algoritmaların temel kabullerinden biri olan görünmez elin 2008 küresel finansal krizden sonra hiçbir işe yaramadığı görüldükten sonra, neo liberal yaklaşımlar yerle bir olmuştur. Krizden çıkış için atılan adımlarda siyasal iktisadın ekonomik faaliyetlerin hepsinin üstünde olduğu görülmüştür. Tüm bunlar olurken yıllar evvel okuduğum Chrysler Otomobil Şirketinin efsanevi genel müdürü Lee Iacocca’nın otobiyografisinde “Japonların canı cehenneme” sözlerini yeniden duyar gibi oldum, bu söz şimdi “ben batıyorum, aman devlet yetiş” diye söyleniyor. 2008 krizinde başlangıçtaki birkaç bankanın tasfiye olmasından sonra (bankaların batmasına Amerikan devletinin borç yükümlülüklerden kurtulması için özellikle göz yumulmuştur diye düşünüyorum) baktılar ki ölçekler büyüdükçe krizin sosyal tahrip ediciliği artmakta ve ekonomik dengenin tekrar yakalanması zorlaşmaktadır. Yani ekonomik geri dönüş süresi belirsizleşmektedir.

29 krizinden de alınan dersle ilk şok atlatıldıktan sonra devlet Hızır gibi yetişerek nerede ise hiçbir şirketin batmasına izin vermedi. Halbuki liberal ekonomik görüşlere göre şirketlerin iflas etmesi verimsiz işletmeleri tasfiye ederek ekonomiyi temizler, devlet müdahale etmemelidir, piyasa ekonomisinin işleyişine izin verilmelidir yaklaşımı her şeyin üstünde görülüyordu. Bu görüş anında terk edildi. Hiçbir teorisyen ya da entelektüel ya da iş adamı devlet kenarda dursun diyemedi. Neden? Çünkü ekonomik krizin negatif sosyal dışsallığı o kadar yüksekti ki kimse bu dışsallığı göze alamadı. Devlet ise, bu negatif sosyal dışsallığı önlemek üzere yüksek enflasyon riskine rağmen emisyon pedalına basarak yalnızca Amerika’da 4 trilyon Dolardan fazla para bastı. Kim istiyorsa al sana para. Hatta, o dönem Amerikan Merkez Bankası Başkanı Bernanke’nin bir önerisi de paraları çuvallara doldurup helikopterle yukarıdan insanların üstüne boca edelim dediği için lakabı Helikopter Ben olarak kalmıştır. Bu durumda ekonomi yönetiminin başarısı bollaşan paranın enflasyona sebep olmadan piyasadan geri çekilmesi olacaktır ki bu da faizler yükseltilmeden başarılmıştır.

Bizim armut hikayemize dönersek, ekonomi yönetimimiz örnek aldığı ülkelerdeki gelişmeleri göz önünde bulundurarak beklentilerin yönetilmesinden beklentilerin oluşturulması aşamasına geçtiler. Ancak, beklenti oluşturmak için görünmez ele gerek olmadığının şöyle böyle görülmesi ile kaba saba bir yaklaşımla otonom bir model geliştiremeyen ekonomi yönetimi başta Merkez Bankası olmak üzere her kurumu yozlaştırdı. Buna tek adama dayanan bir devlet yapısı oluşturmak üzere anayasa yapılması da yol açmıştır. Her şeyi belirleme iddia ve yetkisindeki baş ekonomistin para politikası tercihlerini belirlemek ve uygulamak için nerede ise elindeki tek araç olan faiz belirleme keyfiyetini de Merkez Bankasının elinden alarak tamamen kendine bağlı, nedenlerini ve beklentilerini yalnızca kendinin bildiği uygulamalara başlamış oldu. Oysa, eğer görünmez el işlemiyorsa sık sık duvara toslamamak için açık anlaşılabilir, öngörülebilir, uygulanabilir ve sürdürülebilir planlama olmalıydı. Oysa, ortada bırakın planı senaryonun bile olmadığı görünüyor.

Merkez Bankası nasıl mı yozlaştırıldı? Arz edeyim efendim.

Bankanın, para politikalarını belirlemekteki özerkliği, Başkanının görev süresi boyunca dokunulamaz olması gibi önemli korumalar ortadan kaldırıldığı gibi, eğer düzenleyici olarak piyasaya girmesi gerekiyorsa yönetim kurulunun vereceği kararla ihale açıp gerekli alış veya satışı gerçekleştirmesi kimi yasa ile, kimi fiili yöntemlerle, kimi de Cumhurbaşkanı kararnameleri ile kaf dağının arkasına atılan işlemlere dönüştü. Halen dinlemekte olduğumuz armut türküsünden devam edersek, Merkez Bankası Başkanına (belki de muhalefet etmesine rağmen) önce, enflasyon hedeflemesinde çekirdek enflasyonun dikkate alınacağı açıklatıldı. Merkez Bankası Başkanı’nın bir ekonomi profesörü olduğunu ve Merkez Bankasının düzenli olarak veri toplayıp kendi enflasyon hesabını yaptığını da dikkate alırsak, TUİK verilerini dikkate alarak daha baştan enflasyon hedeflemesinde başarısız olacağını fark etmemesini ihtimal dahilinde görmemek gerekiyor. Çünkü TUİK hesaplarının yönlendirilmiş, çarpıtılmış ve gerçek durumu yansıtmadığını herkes biliyor artık. Yani birileri emirle enflasyon hedeflemesinde çekirdek enflasyonu kullanmasını emretti, o da baş üstüne efendim demek zorunda kaldı. Bir profesyonel için en zor durum bu olsa gerek. Keşke istifa etseydi.

Merkez Bankasının bu açıklamasından sonra pek çok ekonomist ve piyasa oyuncusu enflasyon hedeflemesindeki bu yaklaşımın belirsizlikleri artırdığını ve piyasanın bu adımı satın almayacağını açıklayınca piyasalar hemen tepki göstererek faiz oranlarındaki artış olacağı beklentilerini artırdılar, sonra döviz satın almaya başlayarak kurları bir parça yukarı taşıdılar. Hükümetin buna vereceği cevap özellikle arka bahçe haline getirilen kamu bankaları üzerinden döviz satarak, kurların yukarı yönünü en azından yatay seyre dönüştürmesi beklenirdi değil mi? Ama daha önce bu adımı atıp 128 milyarı buharlaştıran hükümet buna cesaret edemeyince kurlar dalgalı bir şekilde yukarı yönlü seyrini devam ettirdi.

Daha bitmedi.

Bu kez, 128 milyar Doların ezikliği ile önüne gelen yerden döviz toplayan hükümet bu kez bankalardaki 250 milyar dolar olan döviz mevduat hesaplarından aldıkları karşılıkları 2 puan yükselterek yaklaşık 5 milyar Dolar daha parayı Merkez Bankasının kasasına koydu. Hedef 128 milyar işte kasada duruyor diyebilmek ya. Merkez Bankasının kasasında belli bir miktarda para bulunmasının neden bu kadar önemli olduğunu da izninizle açıklayalım. Ama önce ülke içindeki bankaların birbirlerine karşı durumlarını açıklamak gerekiyor. Sokaktaki, hatta bir bankada çalışan belli bir seviyenin üstündeki yöneticiler dışında çok bilinmeyen bir uygulama vardır. Her yıl Aralık ayı içinde Bankaların yönetim kurulları toplanarak diğer bankalara hesabi veya parasal işlemler cinsinden verecekleri kredilerin limitlerini belirlerler. Her bankanın pozisyon yetkilisi bu limitler çerçevesinde işlem yaparak diğer bankalara para satar ki, bu limitler özellikle bir gecelik işlemelerde (overnight) çok önemlidir. Bankalar, ülke içinde yaptığı bu limit belirleme işlemlerini temsilcilik ilişkisinde olduğu yabancı bankalar için de yaparlar. Karşı garantiler, teminatlar, kefaletler, mektuplar ve akreditif işlemleri, krediler, ithalat ve ihracat ödeme emirleri gibi bankacılık işlemleri bu limitler içinde gerçekleştirilir. Ülke içindeki bankaların birbirlerine ve yurt dışındaki temsilcilerine açtığı bankacılık limitleri, Merkez Bankaları arasında da tekrarlanır. Ama iş bu kez çok daha ciddidir.

Özellikle açılacak akreditifler ve borçlanma işlemleri için Merkez Bankalarının açtığı limitler yeterli olmazsa, 1979’da Başbakan’ın açıkladığı gibi “ devlet 70 sente muhtaç” hale gelir. Bu nedenle Merkez Bankalarının bilançoları son derece şeffaf olmalıdır. Merkez Bankalarının Başkanları her üç ayda bir toplanarak kendi bilançolarını diğer Başkanlara açıklayarak sorularına cevap verirler. Banka bilançosunda izah edilemeyen gelir ya da gider kalemleri çok sıkı bir şekilde incelenir. Bizim Merkez Bankamızın bilançosunda özellikle son 10 yıldır giderek artan net hata ve noksan kaleminde yer alan milyarlarca Doların Başkanlar tarafından bu toplantılarda nasıl izah edildiğini doğrusu çok merak ediyorum.

Bu kadar hikayeyi tek bir şeyi açıklamak için anlattım. Borç sevisi karşılama oranı. Yani size verilecek bir borcun anapara ve faizini geri ödeme gücünde olup olmadığınız gösteren ölçüt. Kısa vadeli borç servisi karşılama oranınızın birden büyük olması çok ideal bir durumdur, ancak bu oranın birden düşük olması durumunda en azından faizlerin tam ve zamanında ödenebilmesi için hazır varlık bulundurmak gerektiğinden Merkez Bankaları rezerv tutmak zorunda kalırlar. Bunu bir bakıma bankaya gidip ev kredisi talep ettiğinizde toplamın belli bir kısmının sizin tarafınızdan karşılanmasını talep etmesine benzetebiliriz. Peki, borçlarınız dolayısıyla zaten ekside olan ulusal bilançonuz nedeniyle rezerv de oluşturmasanız ne olur? 128 milyar Doların buharlaştırılıp bin bir ali cengiz oyunu ile tekrar yerine konmasına rağmen, dünyadaki benzer ekonomileri 4 katı maliyetle borçlanabilen bir ülke haline gelirsiniz. Merkez Bankası varlıklarının yok olması ile birlikte borçlarınızı çevirmek için yeni kredi bulamaz hale gelir, borç stoklarınız çevrilemeyince de 70 sente muhtaç hale gelirsiniz.

Armut Türkündeki İkinci Perde

Enflasyon hedeflemesindeki çekirdek enflasyonun baz alınması Merkez Bankası yönetimine iki seçenek bırakmıştı. Para Politikaları Kurulu toplanacak faiz oranlarını ya % 19’da bırakacak, ya da % 19’da bırakacaktı. Dövizin yukarı yönlü hareketi ve Piyasada enflasyon hesabı yapan ciddi kurumların gösterdiği ve vatandaşın iliklerine kadar hissettiği hayat pahalılığı dikkate alındığında gerçek enflasyonun % 40’lara dayandığı görülüyordu. O halde paranın bir mal olarak fiyatını yükseltilmesi, yani faizlerin artırılması ve dövize olan talebin yönünü Türk Lirasına çevirmek geriyor ve insanları tasarrufa sevk ederek taleplerinin düşürülmesi gerekiyordu. Piyasada da en azından % 19 faiz oranının korunacağı ve üçüncü çeyrek büyüme rakamları alındıktan sonra bir adım atılarak o günün gereklerine göre yeni bir oran belirleneceği şeklinde idi. Benim takip ettiğim onlarca piyasa bülteninde görüş bildiren oyuncuların % 95’i % 19’un korunacağı beklentisindeydi. Merkez Bankası oranı % 18 olarak açıklayınca döviz ilk 5 dakika içinde % 5 arttı, Cuma günü % 3 daha arttı. Bu kez dövizdeki artışın % 12-13’lere kadar yükseleceği konuşulmaya başlandı.

Oysa, bu faiz indirimi ile dövizde artış olacağını ve paralel olarak TL cinsinden 3,7 trilyon TL olan dış borçların 453 milyar TL büyüyeceğini herkes biliyordu. Hatta tüm cehaletine rağmen kendini baş ekonomist ilan eden Cumhurbaşkanı da biliyordu. O halde neden bu talimatları vererek büyük bir hasar oluşmasına yol açtı. Bu kararın verilmesine ekonomik ihanet veya cehaletin neden olmadığını düşünüyorum. Bütün türküler armut üstüne ya. Faizler 1 puan düşürülerek TL ucuzlatılacak, zaten tüm dünyada nerede ise en yüksek olan orandan faiz geliri elde etmek üzere yabancılar gelip Türkiye’de mevduat yapacak rezerv artacak biz de durumu kurtaracağız. Daha evvel düşük kur yüksek faizle sıcak para elde etmenin bir başka versiyonu. Ödeme zamanı geldiğinde yeni ve daha büyük borçlanma ihtiyacı. Sonra, daha da büyük bir borçlanma ihtiyacı. Moratoryuma kadar gidecek bir kısır döngü

Bu kısır döngünün kırılması için zor pek çok yolun her birinin denenmesi gerekirken sürekli aynı yolun seçilmesi ülkeyi batağa saplamak için kasıt değilse nedir ? Halbuki, örneğin, ihracatın ithalata bağımlılık oranının % 70’lerde olduğu bir ekonomide içeriden tedarik imkanları geliştirilerek bu bağımlılığın 20 puan düşürülmesinin parasal karşılığı 50 milyar Dolardır. İthalat için 50 milyar Dolar daha az dövize ihtiyaç duyulması dış ticaret dengesinin en azından açık vermemesi ve hep armut üstüne türkü söylenmemesi anlamına geliyor. Bu da ancak ekonomide köklü bir yapısal dönüşüm sağlayacak sürdürülebilir planlı kalkınma çabasına ihtiyaç duyulması demek. Öncelikle yerle bir olmuş neo-liberal yaklaşımlara teslim olmayı reddetmek demek. Aksi takdirde bugün olduğu gibi her tıkandığınızda ülkeye sıcak para gelmesi için 40 türküden birini çağırmanız ve 40 tane ali cengiz oyunu oynamanız gerekecek.