Çok yazıldı, çok söylendi ama her işimizde olduğu gibi her şey birbirine karıştırılınca şimdi de işin içinden çıkılamıyor. Hani bazı yazılıp söylenenlerle 24 Temmuz 2020 Cuma günü yapılan açılış ve Cuma Namazı sonrası yaşanan sahneleri görünce içimden gelen bir ses bana “Görmemişin camisi olmuş” dedirtti. Oysa Ayasofya benim de hayalimdi. Gençliğimde onun üzerine şiirler okumuş, Fatih’in oraya gelişi, Kilise’den camiye çevirilmesi için emir vererek orada namaz kılması gözlerimin önünde canlanmıştı. Yalnız, ana binanın 86 yıl sonra tekrar camiye dönüştürülürken yaşanan sahneler bana her nedense Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya’daki halini değil de Hicaz Fatihi, “Mekke ve Medine’nin hadimi”, kutsal emanetlerin koruyup kollayıcısı olan torunu Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a dönüşünü hatırlattı. Sonra da bu hatırlayış içimden kopup gelerek göklere yükselen bir feryad-ı figana dönüştü de “Aaah Yavuz neredesin” deyiverdim!

Türk tarihinin övünç kaynaklarından biri olan Osmanlı Türk Devleti çökmüş, kısa bir süre öncesine kadar üç kıtaya hükmeden Pay-i Tahtı işgale uğramış, son Padişah’ı İngilizlere sığınmış bir halde iken Anadolu’da bir var olup yok olma savaşı başlatan Mustafa Kemal’le arkadaşları önce Anadolu’yu sonra da İstanbul ve Trakya’yı işgalden kurtarıyorlar. Bir bakıma İstanbul, Fatih Sultan Mehmet’ten sonra ikinci defa fethediliyor ve bunu da Atatürk’e borçluyuz. Çöküş döneminde pek çok cephede çarpışıp kahramanlıklar gösteren genç bir Osmanlı Türk subayı olan Mustafa Kemal, işgale uğrayan İstanbul‘a dönerken Boğaz’daki düşman gemilerini görünce “Geldikleri gibi giderler” demiş ve görev alarak Samsun’a gittikten sonra da Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara toplantıları ile onları gönderme planlarını yapıp hayata geçirmişti.

Tarihten ve yaşananlardan habersiz bir güruh her fırsatta Atatürk’e kin kusuyor, Ayasofya’nın O’nun döneminde müzeye dönüştürülmüş olmasını ağızlarında sakız yaparak kin kusup lanet okumaya devam ediyorlar. Evet, 1453 yılındaki o büyük fetihten beri Cami olarak kullanılan Ayasofya 1934 yılında müzeye dönüştürülmüştü, doğru. Ama gerçekleri görmezden gelip saptıranlara, tarihten, politikadan, diplomasiden habersiz olanlara bu uygulamanın yanmış yıkılmış ve yok olmuş koca bir İmparatorluğun külleri arasından yeni bir devlet çıkarabilmek için yapılan bir manevra olduğunu anlatabilmek çok zor. Onun için detaya girmek istemiyorum. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki, o zamanki şartlar gereği ince bir politika yürüterek Ayasofya’yı müzeye çeviren irade, ebediyyen öyle kalmasını isteseydi, 1936 yılında tapusunu CAMİ olarak çıkartmaz, “Müze” olarak tescil ettirirdi.

İşte 1936'da tescil edilen TC TAPU SENEDİ’nde yer alan kayıtlar: Tarih: 19 Kasım 1936 (Yâni tescil tarihi Atatürk'ün vefatından tam 2 yıl önce) ili: Istanbul. ilçesi: Eminönü. Mahallesi: Cankurtaran. Sokağı: Babı Hümayun Vasfi: Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi müştemil AYASOFYAYI KEBİR CAMii ŞERiFi. Pafta: 57 Ada: 57. Cilt: 16/4 Sahife: 658

Peki, biz neyi tartışıyoruz ki? Kapı gibi TAPU orada duruyor, orası zaten Cami. Gelmiş geçmiş iktidarlar yalnızca bu tapuya dayanarak gereğini yapamazlar mı idi? Hem de bal gibi yaparlardı. Ama özellikle sağ iktidarlar tıpkı başörtüsü meselesi gibi Ayasofya’yı da ellerinde bir koz olarak kullanmayı tercih ettiler. Bir işi geçmişe hakaret etmeden, dini siyasete alet etmeden, ağzımıza yüzümüze bulaştırmadan yapmayı ne zaman öğreneceğiz bilmiyorum!

Ama olmaz değil mi? Ben Ayasofya’nın cami olarak tescil edilen tapu suretini sosyal medya hesabımdan yayınladıktan sonra bu konulardaki duyarlılığını bildiğim bir arkadaşım bile, “Küçük bir çocuk bile böyle bir tapu tanzim edebilir” diye yorum yazdı. Oysa ben, serde “Araştırmacı gazetecilik” olduğu için belgeyi doğrulatmadan yayınlamam. Türk Tarih Kurumu’nun önceki Başkanlarından Prof. Dr. Refik Turan’a konuyu ve belgeyi iletip sorunca, “Biz o konuda bir çalışma yapmıştık. Tapu doğru” demişti. Ancak ne var ki siyasi irade bunu görmezden geliyor, Diyanet İşleri Başkanı bile hele de Cuma Hutbesi’nde hiç olmaması gereken bir fiili gerçekleştirerek Atatürk dönemine lanet okuyordu. Malum; bir önceki Türk Tarih Kurumu Başkanı da daha koltuğunu bile ısıtmadan ileri geri laf etmeye kalkınca istifa etmek ya da ettirilmek zorunda kalmıştı. Aynı davranışı Diyanet İşleri Başkanı’ndan da beklemek hakkımız değil midir?

Yaşanan kargaşa ve bende “Görmemişin camisi olmuş” hissini uyandıran davranışlar bununla da bitmiyor tabii. Salgın döneminde “Seçilmiş cemaatlerle” sembolik Cuma Namazları kılındığına şahit olup koskoca Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinde olmayan ve daha önce uygulaması görülmeyen bir bid’at-ı seyyieyi başlatmasına hayıflanmıştık. Ayasofya ana binanın yeniden ibadete açılması vesilesi ile de yine davetiye gönderilen “Seçilmiş” kişilerin içeriye alınması ile kılınan bir namaza şahit olduk. Hadi şartlar bunu gerektirmiş olabilir, izdihamı önlemek için de elzemdir ama dışarıda kalıp çevreyi dolduran ve toplam 350 bin kişi olduğu söylenen cemaatin açılış ve namazdan sonra bıraktıkları manzara hiç de hoş değildi. İslamiyet’in, “Ennezafetü minel iman/Temizlik imandan gelir” diye bir düsturu vardır. Namaz için “Hadesten taharet, necasetten taharet” diye üst başla yerlerin temiz olma şartları vardır. “Aslan yatağından belli olur” diye de tarihin süzgecinden süzülüp gelen bir Atasözümüz bulunmaktadır. Ben yine sosyal medya hesabımdan bunları da dile getirmiştim ki, bu konulara benden daha çok vakıf olduğunu bildiğim bir arkadaşım şu yorumu yaptı:

“Tarihî olayların ayrıntısına bakılsa ne dramlar çıkar ortaya; bundan 10 yıl sonra ne okunan hutbe, ne de Ayasofya avlusundaki çöpler kalacak hatırda. Kılınan Cuma namazı ve Atina'da yarıya indirilen bayraklar kalacak hatırlarda... Bu nedenle bu günlerin toz dumanına aldırmadan olayın tadını çıkartalım.”

Bir arkadaşım da ona cevaben şu yorumu yaptı: “Eğri okla doğru hedef vurulmaz!”

Evet… Ne yazık ki millet olarak hep eğri oklar atarak doğru hedefleri vurmaya çalışıyoruz. Ben de “Bu günlerin tadını çıkartalım” diyen arkadaşıma şu cevabı verdim:

“Aslında sen bu işleri daha iyi bilirsin; siyasi şova dönüşen/dönüştürülen ibadetin tadı olmaz. Ayrıca siyasete alet edilen mescitlerin Kur'an-ı Kerimdeki adını da bilirsin. Bir de Hicaz Fatihi Yavuz Sultan Selim’in İstanbul'a sessiz sedasız, kimselere görünmeden girişini hatırlatmak isterim.”

O halde şimdi o günlere dönelim… 1517 yılında ve böyle bir Temmuz sıcağında Mekke Emiri’nin de gelip şehrin anahtarlarını teslim etmesi üzerine Kahire’de kılınan Cuma namazında hutbe okuyan İmam, cemaat içinde bulunan Hicaz Fatihi Yavuz Sultan Selim için “Hâkimü’l Harameyn/Mekke ve Medine’nin hâkimi” iltifatında bulununca o büyük Sultan duygulanıp gözyaşlarına boğulmuş ve “Hâkimü’l Harameyn değil, Hâdimü’l Harameyn/Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı” diye itiraz etmiştir.

Hicaz Fatihi, “Mekke ile Medine’nin hadimi”, kutsal emanetlerin koruyup kollayıcısı ve “Halife” unvanını alan ilk Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tam iki yıl iki ay süren ve zaferlerle, şan ve şereflerle dolu bu muazzam seferden dönerken İstanbul’da büyük törenlerle ve tezahüratlarla karşılanacağını, “Padişahım çok yaşa” nidaları ile yerlerle göklerin inletileceğini biliyordu. Böyle bir durum günümüz siyasileri için bulunmaz bir nimettir değil mi? O zaferlerin, şan ve şereflerin yanında esamesi bile okunmayacak işler için ne şamatalar yapıldığını, güpegündüz havai fişekler atılarak karşılama ve kutlama programları düzenlendiğini hepimiz biliriz. Biliriz de, o durumda Yavuz Sultan Selim’in ne yaptığını acaba biliyor muyuz ya da siyasilerimizin bundan haberleri var mı acaba? O halde hatırlatmakta fayda var.

Tercüman Gazetesi’nin gerçek bir gazete olduğu, Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Yılmaz Öztuna, Tarık Buğra gibi dev yazarları barındırdığı bir dönemde başta “1000 Temel Eser” olmak üzere pek çok değerli eser yayınlanmış, ayrıca Türk Tarih ve Kültürü’ne ait ansiklopedilerin yayınlanmasına öncülük edilmişti. Bu ansiklopedilerden biri de, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Kemal Elker ve Kdm. Bnb. Hayati Tezel’in Yayın Danışma Kurulu üyesi olarak bulundukları heyet tarafından hazırlanan Padişahlar Ansiklopedisi idi. İşte bu ansiklopedide yer alan ve Yavuz Sultan Selim’in o muhteşem seferden sonra İstanbul’a dönüşünü anlatan “Yavuz’un Utancı” başlıklı bölümden bir – iki paragraf:

“Yavuz Selim işte bu muazzam başarının sahibi olarak ve Halife sıfatı ile İstanbul’a dönüyordu.

Osmanlı Başkent’inin nasıl bir heyecan içinde çalkalandığını söylemeye gerek yok. Yedisinden yetmişine kadar herkes sabırsızlıkla yolları gözlüyor, muzaffer Padişah için büyük karşılama törenleri hazırlanıyordu.

Ama gerçek kahramanlar gösterişten ve övgüden uzak kalmayı isterler. Yavuz Sultan Selim de, İstanbul’a yaklaştıkça sıkılıyor, alkışlar karşısında utanacağını hissediyordu. Bu yüzden, gece yarısı, yanındaki birkaç kişi ile Anadolu yakasından kayığa bindi. Sarayburnu’nda inip sessizce Topkapı Sarayı’na girdi.

Halk ve devlet adamları ertesi gün şaşkınlık içinde Padişah’ın Saray’da olduğunu öğreneceklerdi.”

Bu tarihi hakikat üzerine kalem oynatarak eğip bükmeye gerek yok. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana ne yazsak ve ne söylesek az!