2021 yılının yaz ayları bir yandan sel olup akarak, öbür yandan da ateş olup yakarak geçiyor. Özellikle Rize, Artvin ve çevrelerinde aşırı yağışlar sonunda oluşan seller insan eliyle göz göre göre oluşturulan yıkıma hazır binaları önüne katıp sürükledi. Dere yataklarına, vadi yamaçlarına yapılan binalar için bu kaçınılmaz bir sonuçtu. Zaten, sorumsuz sorumluların izinleri/göz yummaları ve vicdansız müteahhitlerin vurdumduymazlıkları ile bazı dere yataklarına beton dökülmüş, bazılarının yerleri değiştirilmiş, açılan  taş ocakları ve maden arama çalışmaları ile de tabiat tahrif edilerek bitki örtüsü talan edilmişti. Akıbet belli idi ve vuku buldu. Giden canlara ve milli servete yazık!

Derken bu defa güneyimiz yanmaya/yakılmaya başladı. Hem öyle böyle bir yanma/yakılma değildi bu. Özellikle Manavgat, Marmaris, Milas, Bodrum taraflarında her dağdan, her tepeden dumanlar yükseliyor, alevler çevrede ne varsa yakıp yıkıyor, köyler boşaltılıyor ama bir türlü önü alınamıyordu. Pek çok yerde birbiri peşi sıra çıkan bu yangınların çıkışı ile ilgili olarak tabiat şartları, aşırı sıcaklar, dikkatsizlik, terör şüphesi gibi pek çok sebep sıralansa da böyle üst üste ve peşi sıra gelmesi elbette tesadüfi olamazdı. Haliyle, “Silahımız tükenir sayımız azalırsa şuraya gider yatları, falan yere iner seraları, dağlara çıkar ormanları yakarız” mealinde beyanları bulunan bir PKK’lı itin sözleriyle “Ateşin çocukları” adı altında hazırlanan ve dış destekli olduğu belli olan bir videoyu hatırladık.

Dolayısıyla ortalıkta pek çok söylenti vardı, değişik haberler dolaşıyor, tabir yerinde ise sosyal medya çalkalanıyordu. Bütün bilgiler elbette devletin ilgili kurumlarında toplanıp değerlendiriliyordu. İçişleri Bakanı’nın açıklamasından anlaşıldığı üzere pek çok ihbar ulaşmış ancak somut bir delile ulaşılamamıştı. Elbette yetkililer daha sonra etraflı bilgi vereceklerdir ama Manavgat’taki yangının başlangıcının 12 yaşındaki bir çocuğun 16 yaşındaki bir genç tarafından azmettirilmesi sonucu çıktığına dair bir haber ulaştı. Haberi tetkik edince çocukların olayı doğruladıklarını, büyük olan tutuklanırken küçüğün de Islah Evi’ne konduğunu öğrendim. Tabii durumun aydınlatılması gerekiyor. Başlangıç noktası öyle olabilir ama o kadar yayılması akıl alacak gibi değil.  

Yaşananlar mutlaka şiirlere, romanlara konu olacaktır ama Bayburtlu Zihni’nin Rus ve Ermeni mezaliminden sonraki duygularını hatırlatan acıklı, içlerimizi yakan manzaralar var karşımızda: “Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş/Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı…”

Bu süre içerisinde en çok “Ciğerlerimiz yanıyor” dedik. “Yakanlar da aynı ateşte yansınlar” diye beddualar ettik. Kerametleri kendilerinden ya da müritlerinden menkul olup “Azrail’e tokat atan”, Amerikalıların fırlattığı Uzay Mekiğinin “Civatalarını gevşetip düşürdükleri” palavrasını sıkan, Kaz Dağları üzerine doğru gelen depreme “El işaretiyle dur deyip yönünü değiştirttiği” saçmalığını yumurtlayan “Hoca Efendi” kılıklıların nefesleri her nasılsa selleri ve yangınları durdurmaya yetmedi! “Rüyada Peygamber’i gösteren terlik” ve “Yanmaz Kefen” mucidi bir başkası “Yangını durdurmak için Tekbir getirin” deme cesaretini göstermişti ki sonradan çark ederek “Acele ile yazdığını” ifade etti.  Onlar ve benzerlerinin ağızlarında bir de “Mütevekkil olma/İşi Allah’a bırakma” tavsiyesi var. Ancak tedbirsiz mütevekkil olunamayacağından haberleri olmadığı için kendileri aslında Müteekkil yani hazır yiyicilerdir ama müritleri kapıldıkları efsun ve cezbe ile bunun farkında bile değiller.

Felaketlerin içine düşen insanın aklına duadan başka bir şey gelemeyeceği ve Allah’a sığınacağı açıktır. Bunun için durumdan vazife çıkarıp “Şunu yapın bunu yapın” deyicilere de ihtiyaç yoktur. En makbul dua da içten, isteyerek yapılan duadır.

Çaresizlik ne kadar baskın olursa olsun umutlar yitirilmemeli, umutsuzlara umut olması gerekenler de elbette olmalıdır. Onlar tabii ki devlet ve kurumlarıdır. Ancak ne var ki iktidarda olanlar adeta burunlarından kıl aldırmıyor, çevre ülkelerin, hatta dünyanın “En donanımlı orman teşkilatı ve yangın kurtarma ekiplerinin bizde” olduğunu iddia ediliyor ve kabahat neredeise eleştiri yapanların üzerine atılıyor. Sorumluluk mevkiinde yani iktidarda olanlar hiçbir şey olmamış gibi davranamazlar. İşte her şey ayan beyan ortada. Tecrübe ile sabittir ki onlar, “Hiçbir şey olmamışsa bile bir şeyin olduğunu” çok iyi bilirler! O şey de bence Sistem’dir, sistemin tıkanmasıdır. Cumhurbaşkanı partili olmasa herhangi bir belediye başkanının dışlanması, yok sayılması düşünülemez bile. Ama ne yazık ki can pazarının kurulduğu felaket bölgelerinde bile bazı Vali ve Kaymakamların onları yok saydıklarına dair emareler var.

Sorumluluk sahibi olmayan, TBMM’ne hesap verme zorunlulukları bulunmayan ve tek başlarına karar verip uygulayamayan Bakanlar, “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı ile” demeden söze başlayamıyor, inisiyatif kullanamıyorlar. Halk arasında bu konuda yapılan benzetmeleri herhalde herkes biliyordur. Cumhurbaşkanı neticede bir insandır ve her işe yetişmesi yaratılışa da usul ve erkâna da aykırıdır. Çok konuşan gibi her işe koşan da çabuk yorulur ve hatalar yapar. Etrafında bulunan birileri “Sayın Cumhurbaşkanım, siz bir robot değilsiniz. Bırakın da bazı işleri bizler yapalım, uzmanlar yapsın” diyebilmelidirler. En basitinden sel ve yangın felaketine uğrayanlara çay paketleri fırlatıldığına göre böyle bir teklif dahi yapılamadığı anlaşılıyor. Keza, Cumhurbaşkanı’nın, milletin can derdinde olduğu felaket bölgelerine bile olağanüstü konvoylarla gitmesi, o konvoy geçerken yolların kapatılması yüzünden yangın söndürmeye giden itfaiyelerin dahi bekletilmesi akıl alacak gibi değil.  Hele bir de yüzyılın en büyük sel felaketine uğrayan Almanya’da Merkel’in, felaket merkezi olan Bavyera Eyaleti’ne girişteki birkaç araçlık konvoyu –ki ona da konvoy denirse-  ile Sayın Cumhurbaşkanımızın Marmaris’teki yüzlerce araçtan oluşan konvoyunu karşılaştırın bakalım!

Artık iletişim çağındayız. Dünyada neler olup bittiğini herkes anında öğrenebiliyor.  Hangi ülkenin kaç adet yangın söndürme uçağı olduğunun dökümü de anında listeli ve belgeli olarak ortaya konuverdi. Ancak, orman yangınları konusunda  “En donanımlı” olduğu söylenen Türkiye’nin envanterinde o uçaklardan bir adet bile olmadığı bizzat Tarım ve Orman Bakanı tarafından itiraf edildi.  Doğru, insan unsuru ve Orman Teşkilatı olarak “En donanımlı Ülke” olabiliriz, bunda şüphe yok. Ancak görüldü ki uçak gerekiyor, uçak! Peki, ya hiç gündemden düşmeyen ve daha uzun yıllar da düşmeyeceği anlaşılan THK uçakları?

Şöyle veya böyle, Türk Hava Kurumu’nun elinde şu anda 9 yangın söndürme uçağı bulunduğu, bunlardan 4 ya da 5’inin kullanılabilecek durumda olduğu anlaşılıyor. Nitekim faal durumdaki uçaklar daha önce İsrail ve Yunanistan’a yangın söndürmek için gitmişler. Onu da bırakın, Sayın Cumhurbaşkanı’nın damadı Bayraktar’ın iki yıl önce düzenlediği Teknofest gösterilerine katılarak nasıl su alıp nasıl yangın söndürdüklerini de herkese seyrettirmişler. Ortada böylesi gerçekler varken yangınlar başlar başlamaz bu uçakların devreye sokulmaması nasıl izah edilecek? Kiralanan Rus uçaklarından yalnızca birine günlük 1.3 milyon dolar ödendiği söyleniyor. Varın da hesabını yapın artık. İktidardaki zihniyet’in Atatürk’ün izlerini her yerden silme gayreti içinde olduğunu hâlâ anlamamak için insanın akıl yoksunu olması gerekiyor. THK’nın yok sayılması ve yıpratılması da bu yolda atılan adımlardan biridir. Eksikliklerini gidererek, kurum içinde ve yönetiminde yanlış yapanlar, yolsuzluğa bulaşanlar varsa gereğini yapıp işler hale getirmek varken atıl durumda bırakmak akla ziyandır ve en hafif ifadesi ile devletimizin, milletimizin kazanılmış imkanlarını kullanmamaktır. Bu yanlıştan derhal dönülmelidir.

Yapılan bu yanlışlıkları eleştirmek iktidar çevreleri tarafından adeta “suç” sayılırken bazı sivri zekâlılar da bize “Türkiye büyük bir devlettir. İşiniz gücünüz eleştirmek. Siyaset yapmayın” gibi ifadelerle ders vermeye kalkıyor, o da yetmezmiş gibi “CHP’li”, “HDP’li”,  “PKK’lı” diye yaftalar yapıştırma densizliğini gösteriyorlar. Oysa biz Türkiye Cumhuriyeti’nin büyüklüğünün idrakinde olduğumuz için o büyüklüğe halel gelmemesinin gayreti içindeyiz. Siyasetle falan da işimiz yok. Yapılan idari ve siyasi hatalar devletimize yakışmıyor, milletimize yazık oluyor; bunu anlatmaya çalışıyoruz.

Artık kabul edilsin ki son yıllarda başa gelen sel felaketlerinde yönetim zafiyeti vardı. “İmar Affı” diye bir garabet çıkarıldı, derme çatma bir kulübe yapan çektiği resimlerle müracaat ederek ruhsat aldı. AKP döneminde İhale Kanunu 200 defa değiştirildi (Yoksa 193 mü ve araştırın bakalım hangi ülkede böyle bir keyfilik var?) Dere yataklarına betonlar döküldü, ağaç katliamları yapıldı. Bu yangınların olacağı belli iken tamamen tedbirsiz davranıldı. Dağlardaki yangına havadan müdahale edecek sistem adeta yok edildi ve kiralama yöntemi ile dışa bağımlı hale getirildi ama o da becerilemedi. Bunları yazınca devletimizin büyüklüğünü inkar etmiş mi oluyoruz yoksa büyük devletimize yakışmadığını mı ifade ediyoruz? Ya da deniyor ki “Şimdi sırası mı?” Tam da sırası arkadaş. Zaten hep söyleyegeldiğimiz, yazıp durduğumuz konular. Yapılmamışsa, tedbir alınmamışsa ve ısrarla üste çıkılmaya çalışılıyorsa yüzlere vurmanın tam da sırasıdır.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın orada burada insanlara çay paketleri fırlatması hoş değildir dedik, demeye de devam edeceğiz. Yanlış mı yapıyoruz? Cumhurbaşkanlığı konvoylarından, emrindeki uçak filosundan şikâyetçiyiz, rahatsızız. “O uçaklardan hiç değilse 10 tanesinin yerine Yangın Söndürme Uçakları alınsın” diyoruz. Yanlış mı düşünüyoruz ya da sizler bu durumdan memnun musunuz? Biz “Doğrucu Davut” olarak açıktan söylüyoruz, siz söyleyemiyorsanız kabahati kendinizde arayınız. Dağları, köyleri yanmış, kendi ilçesi tehdit altında iken Gündoğmuş Belediye Başkanı çıkmış, kameralar önünde uzatılan mikrofona konuşuyor: “Eski evi olanlar, keşke bizim ev de yansa idi de TOKİ’nin yapacağı evlerden yapılsa idi diyecekler!..” O, bu utanmazlığı gösterirken siz seyredecek, biz de sesimizi çıkarmayacağız öyle mi? Bize laf sokuşturanlar, sizler işte bu yüzsüzlüğü bile eleştir/e/miyorsunuz. Aramızdaki fark bu!

Vakti zamanında Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi tabiatı icabı haksızlıkları, adaletsizlikleri de bünyesinde barındırır demiştik, haklı çıkmadık mı? Yap – İşlet Devret modelinin devletimize ve milletimize yük olacağını, fahiş fiyatlarla yandaşlardan kiralanan resmi binaları, otomobilleri, makam arabalarını eleştirmiş, yapılan israflara, şatafat anlayışına karşı çıkmış ve demiştik ki “Devlet ve bürokratları kendi israflarını önlerlerse devletimizin gücü EN AZ İKİYE KATLANIR, milletimiz vergi borcu altında ezilmekten kurtulur!” Haklı çıkmadık mı? Bu durumda biz aslında Türk Devleti Güçlüdür ama Gücünün Farkında Değildir demiş oluyoruz. Diyoruz da galiba anlatamıyoruz. Kamuoyunda “Dere boyu kavaklar” diye espri konusu yapılan aile boyu ballı kaymaklı atamaları, 3 – 5 yerden maaş bağlananları, liyakatsizlikleri eleştirdik, eleştiriyoruz ama siz yine sus – pus oluyor, eleştirdiğimiz için bize kızıyorsunuz. 

Evet, Türkiye Büyük bir Devlettir; buna kimse itiraz edemez, etmemelidir.  Ancak başımız beladan kurtulmadığı için her an hazırlıklı olmak zorundayız. Şu satırlar yazılana kadar yangınların sabotaj neticesinde çıkıp çıkmadığına dair net bir açıklama yapılmadı. İstihbaratımızın bunu çoktan çözümlemesi, yapanların da en azından tespit edilmesi gerekirdi.  

Dünya iklim değişiklikleri ile karşı karşıya olduğuna göre sel, yangın, deprem gibi felaketler zincirine uğramamızın kaçınılmaz olduğu ortada. O halde hatalardan ders alarak bugünden yarına hazırlıklı olmak zorundayız. Devlet aklı “Armudun sapı üzümün çöpü” gibi basitliklerle uğraşmak yerine makul ve doğru olanın peşinde olmalıdır. Devlet keyfilikle değil ortak akılla yönetilir. Türkiye’nin sen – ben kavgaları ile geçirecek, siyasi ayak oyunlarına harcayacak bir saniyesi bile yoktur vesselam.