İnsanlık tarihinde daima inanç ve fikir istismarları olmuştur.

İlk ve ortaçağda bazı toplum yöneticileri, krallar, sultanlar kendilerine “Allahlın gölgesi, Allahlın kılıcı" gibi aslında var olmayan güçleri kendilerinde varmış gibi göstererek iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Geçen yüzyılın başlarında yaşanan, günümüzde de kısmen devam eden “Diktatörler çağı”nda insanların dış güç korkuları ve güvenlik kaygıları sürekli istismar edilmiş ve edilmektedir.

Gene geçen yüzyılın başlarında Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanan “İşçi sınıfı” istismarı yaşandı. Ve 70 yıl sürdü.

Sözde işçilerle işverenlerin arasındaki gelir makası en aza indirilecekti, fakat kısa bir zaman içinde devlet yönetimleri bir oligarşik diktatörlüğe dönüştü, tabii olarak da istismar sürdürülemedi, ama yine de neredeyse 70 yıl insanları birer klik e sömürttürdü.

İnsanlık tarihinin gördüğü en önemli istismarlar din üzerinden olmuştur.

Ortaçağda Avrupa’da kilisenin ve papalığın en önemli güç sayılması sonucu, Hristiyanlıkta bir ruhban sınıfının ortaya çıkmasına, din üzerinden ayrıcalıklı kliklerin oluşmasına sebep olmuştu.

Avrupa Rönesans ve akabinde demokrasi girişimlerinden sonra kendilerinin uğradığı istismarlardan kurtuldu ve kişi hakları ileri boyuta ulaştı.

Avrupa toplumunda artık insanları herhangi bir duygu, düşünce veya inanç üzerinden istismar etmek imkânsızlaştı gibi.

Avrupa son istismarcısı Hitler i nefretle anıyor.

Bizde 1500’lü yıllara kadar bir açık ve özgür toplumun (tabii zamanına göre) varlığından söz edebiliriz.

Fakat 1500’lü yıllardaki dünya gücü sayılan Osmanlı devletinin şeriatla yönetilmeye başlamasından itibaren insanların din üzerinden istismarı başlamış, bilimde, ilimde, sanatta, ekonomide, özgürleşmede ve milletleşmede rakip olduğu batı toplumlarından geri kalmış.

Toplumun tüm üretimine devleti yöneten bir din oligarşisi sahip olmuştu.

Toplum çalışıyor, üretiyor, savaşıyor fakat devleti yöneten din oligarşisi saraylarda yaşıyor, hiç bir şey üretmiyor ve askerlik yapmıyordu.

Adeta istismar ettikleri toplumun sırtında bir asalak gibi yapışmış durumda idiler.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarına devleti yönetenlerin veya siyasetçilerin toplumu istismarı pek görülmemiştir. (Tabii tekçi davranışlar olmuştur ama genel kabul edilmeli)

Toplumumuzda siyasi istismar çok partili hayatla girdi.

Siyasette din ve milli değerler istismarı öyle bir hal almıştı ki 1960’lı yılların başbakanı Süleyman Demirel için şöyle bir slogan söylenmişti.

“Bir elde bayrak, bir elde kuran geliyor hazreti Süleyman”

Bizler ülkemiz siyasetinde din istismarının Ak Parti ile başladığını sanıyoruz ama Ak Parti dönemi dinin siyasete alet edilmesinin en üst seviyesidir.

Eskilerde en azından bir saygı bir arlanmak bir utanma vardı. Dini kurumlara saygı gösterirlerdi.

Ak parti siyasetinde, camilerin içinde parti toplantıları, yalan ithamlar, mitinglerde elinde kuran sallamalar, bakara suresini makarayla özdeşleştiren bakanlar, aracında kuran dinlerken kokain çeken parti çalışanlarının görüntüleri, yıllarca süren başörtüsü üzerinden siyaset üretme.

Hep ak parti döneminde gördüğümüz yaşadığımız olaylar.

Tabii olarak da halen ülkemizde din istismarlarından üreyen iktidarın ürettiği bir din oligarşisiyle yaşıyoruz.

Yol onların, varlık onların aslında gerisi de angarya.

Ülkemizde din istismarı olurda milliyetçilik istismarı olmaz mı?

Tabi ki olur.

1980 öncesi aksiyoner milliyetçi hareketin ABD’nin Sovyetlere set olabilecek “Yeşil Kuşak” projesine uygun hale getirildiği. Türkçü başlayan aksiyoner hareketin 1969 Adana kongresinde Türkçüleri saf dışı yapıp Türk - İslam sentezi gibi bir temelsiz ama istismar edilebilir bir yapıya dönüştürüldüğü bazı mütefekkirler tarafından savunuluyor.

Türk milliyetçiliği Türklerin tamamının sahibi olduğu bir ideolojidir.

Fakat Türk milliyetçisi olduğunu iddia eden siyasi partiler, Türk milliyetçiliği ideolojisine uygun davranışlar sergiliyorlar mı?

Veya Türk milliyetçiliğini kullanarak, içinde bu duyguyu yaşayan insanlarımızı istismar mı ediyorlar?

Ülkemizi birçok açıdan ilgilendiren, daha uluslararası boyutu, maliyeti, getirisi, götürüsü, çevresel faktörleri, toplumumuza getireceği mali yükü bile belli olmayan.

Ama yapımcı, yüklenici ve işleticilerinin yabancılar olacağı net bir şekilde belli olan “Kanal İstanbul" üzerinden bir tartışma yapıldı.

Sarı muhalefet kanal İstanbul’un ihalesini almak isteyen yabancı firmalara iktidara gelirlerse para ödemeyeceklerini söyledi.

Devletimizin başı sanki o yabancı şirketlerin tahsilatçısı gibi “Söke söke alırlar” dedi

Kendisini milliyetçi olarak tanıtan adı da milliyetçilikle başlayan iktidara yancı partinin başkanı da muhtemel yabancı şirketlerin muhtemel soygununun tahsilatçı korosuna katıldı.

Bir milliyetçi milletinin soyulması için çalışır mı?

Diğer bir partimiz var.

Aslında partinin üst yönetimi devşirme ağırlıklı ve karışık isimlerle oluşturulmuş, son zamanlarda az sayıda kalan milliyetçileri de partilerinden dışlayacaklar gibi görünüyor.

Fakat gene de milliyetçiliği istismar etmekten geri durmuyorlar.

Adına ARTAGAN dedikleri bir ekonomik program lanse ettiler.

ARTAGAN öz Türkçede “Bolluk“ anlamına gelir. (Ortada bir istismar)

Programın bir kopyalama olduğu açıklandı.

Dahası bir kripto para yönlendirmesini de öngördüğü programı okuduğumuzda görüyoruz.

Bu programı hazırlayanların iktidara gelseler milletin parasını dolandıracakları gibi bir algı oluştu.

Bir milliyetçi milletinin dolandırılma ihtimaline siyaset üretir mi?

Tabi ki üretmez.

Ama istismar edecekse, milletini satacaksa, yabancılara hizmet edecekse üretir…