Oysa Ali Bulaç, daha 1991 yılında fetönün karanlık yüzünü görmüş ve Vahdet dergisinde “Ağlayan ve ağlatan Hoca“ yazısını kaleme almıştı. Cemaatin içyüzünü bile bile cemaatçi olan Ali Bulaç’ın pişmanlığının neden bu kadar değerli olduğunu, hukukçu kimliğiyle övünen Akit yazarına soruyoruz.

Bulaç’ın pişmanlığına inanan ve inanmazı bekleyen Ali Karahasanğlu’nun yazısı şöyle:

“FETÖ’nün yayın organı Zaman gazetesi davasında dün karar verildi..

Yargılanan kelli felli zevata o kadar çağrıda bulunmuştuk..

“Yapmayın, etmeyin. Tuttuğunuz yol, yol değil” demiştik..

“Dersane tartışması başlayana kadar, çiçeklerle süslediğiniz AK Parti’yi, şimdi bir çırpıda nasıl yolsuzluğun, rüşvetin, her türlü yanlışın faili olarak göstermeye kalkabilirsiniz? Yalancısınız.. Sahtekarsınız..” dedik..

Uyandıramadık..

Oysa uyanmak için çuvaldıza falan gerek yoktu.

Küçücük bir özeleştiri yeter de artardı bile..

AK Parti 2002’de iktidara gelmiş..

Zaman gazetesi AK Parti iktidarı ile birlikte..

“Dersane” demiş zorunlu abone etmiş, “Okul” demiş zorunlu abone etmiş..

250 binlerdeki tirajdan 1 milyonlara kadar çıkmış..

AK Parti’yi öve öve bitirememişler.

11 yıl boyunca övdükleri AK Parti, ne zaman ki, “Dersaneleri kapatacağım” diye kararlı bir çıkış yapmış..

Yazarları, hemen birkaç günde başlayarak..

Okurlarına intikali ise birkaç ayda hissedilecek şekilde..

AK Parti düşmanlığı sahneye konulmuş..

Zaman’da yazı yazan kalemler.. Temsilciler..

Bunun farkında değiller mi?

Olmamaları mümkün değil..

Akıllarını yitirmemişlerse, sormaları gerekirdi: “Düne kadar göklere çıkarttığımız AK Parti’yi, bu dersane olayından sonra, niçin yerin dibine batırmaya çalışıyoruz?”

Sormadılar..

Talimatı almış emireri gibi..

Saldırdılar ha saldırdılar..

5 Temmuz hain darbe girişiminden sonra, yaptıklarının hesabını vermek üzere, mahkemeye çıkarıldıklarında ise:

“Biz ne yaptık ki? Biz masumuz.. Biz sadece gazetecilik yaptık” deyip, kurtulmayı amaçladılar..

Sanki 11 yıl boyunca alkış tutulan bir partinin, ABD’den talimat gelir gelmez, “tu kaka” ilan edilmesi, gazetecilikmiş gibi..

Kendileri aptala yattılar..

Halkı da enayi yerine koymayı arzuladılar..

Dün karar çıktı..

8 yıldan başlayan cezalarla cezalandırıldılar..

Merak ettim..

Duruşmalar sırasında tek bir özeleştiri yapmayan sanıklar..

Şahin Alpay’lar.. Ali Bulaç’lar.. Mümtazer Türköne’ler.. Mustafa Ünal’lar..

Acaba son duruşmada, “Şunu şunu da yanlış yaptık.. 20 seneye yakın süredir ABD’de yaşayan bir adamın talimatı ile hareket edilmesi büyük hata idi.. Geç de olsa, 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte uyandık. Halkımızdan özür dileriz. Bu hain yapıyı da kınıyoruz” demişler midir diye, haberleri okudum..

Hiçbirisinde, minnacık bir pişmanlık yok..

Kuyrukları havada tutarak, “Biz ne yaptık ki.. Tahliyemizi isteriz” mealinde açıklamalar.

Mesela, Mümtazer Türköne, bakın ne demiş, son sözlerinde:

“Örgüt üyeliği ithamıyla yargılandım. 17-18 kitap yazmış bir adam bunu ancak özgür bir kafayla yapabilir. 38 yıl boyunca anayasal düzeni anlatmış bir akademisyen olarak, böyle bir suçlamayla karşılaşmamak için siyasi hayatıma son veriyorum. Artık roman yazıyorum.”

Laf mı şimdi bu?

Sen anlatsana, 2013 Haziran’ına kadar el üstünde tuttuğun AK Parti’yi, ABD’den örgüt elebaşının talimatı ile, hangi akla hizmet edip de, “Bataklığın mimarı” olarak ilan ettin?

17 kitap değil, istersen 117 kitap yaz..

Hiç mi aklın yok ki, “dersaneler eğitim sisteminin vazgeçilmez parçası” imiş gibi, körü körüne ayak sürttün..

“Lisedeki eğitim yeterli değil” diye icat edilen dersaneler ortadan kalkarsa.. Herkes için dersaneye gitme ihtimali ortada kalmazsa..

Bütün öğrenciler de, lise eğitimi ile nereye girmeyi başarırlarsa, orayı kazanırlar..

Dersanenin, eğitime bir ilavesi yok.. Tam aksine, ailelere gereksiz harcama yükü var..

Dersanelerin tümü ile kaldırılması, ailelerin harcama yüklerinin de azaltılması demektir..

Bunu anlamak için, profesör olmaya, kitap yazmaya gerek yoktu ki..

Haydi o gün için durumu çakamadınız..

Bari bugün geldiğimiz noktayı değerlendirin..

Dersaneler kapandıktan sonra..

Aileler dersane masrafı yapmadan..

Yine aynı sayıda öğrenci (kontenjan arttıkça daha fazlası) üniversiteye girebiliyor..

O zaman bizler ne diye, millet olarak, dersanelere milyarları akıtıyorduk?

Bunu dahi değerlendiremeyen Mümtazer Türköne, siyasi hayatına son verse ne olur, son vermese ne olur?

Ki.. Bir de kendisini fasulye gibi nimetten sayıp, siyasi hayatına son vereceğini ilan ediyor!

Bir başka son sözü sorulan isim, A. Turan Alkan..

O ne demiş?

Onun da söyledikleri, soyut değerlendirmeler..

15 Temmuz öncesinde, FETÖ TV’lerinde, bıyık altından gülerek, Tayyip Erdoğan’a yaptığı küfürleri unutmuş..

“Bu ülkenin en büyük hazinesi yargının bağımsızlığı ve kalitesidir. Tutukluluğumun ilk gününden itibaren desteklerini esirgemeyen yazarların güvenleri bana güç verdi. Onlara teşekkür borçluyum. Aileme, avukatlara, uzaktan beni görmeye gelen akrabalarıma teşekkür ederim” diyor..

Eeee..

Erdoğan’a attığın iftiralar ne oldu? Tehditler, küfürler ne oldu?

Akrabalara teşekkür edince, bunların hepsi buhar mı oldu?

Diğer taraftan, FETÖ TV’lerinde vıdı vıdı konuşan Orhan Kemal Cengiz ne demiş?

“Söyleyeceklerimi savunmamda belirttim. Beraatimi talep ediyorum” diyerek, belki de utancından, kısa kesmiş..

Ama bir pişmanlık.. Bir özeleştiri onda da yok..

Tek pişmanlık beyanı, Ali Bulaç’tan gelmiş.. “Karanlık yüzlerini göremedim. Bunu göremediğim için pişmanım.”

Biz daha fazlasını beklerdik ama..

Ucuz hesaplar yapıp, “Dilipak dedi ki” diye başlayan cümlelerle.. FETÖ’nün kulağına üflediği propagandalar yerine, Müslümana yakışan yorumlar yapmasını tercih ederdik ama.. Yine de içlerinde bir Ali Bulaç, “Karanlık yüzlerini göremedim” demiş..

Ne diyelim?.

Buna da şükür!”

Ali Bulaç’ın,mezkûr yazısı ise şöyle:

“Ağlayan ve Ağlatan Hoca

Bu yazıyı kaleme aldığımızda Körfez Savaşı 3. haftasını doldurmuş oluyordu. Bu geçen süre içinde Amerika ve müttefiklerinin Irak'ın yerleşim bölgeleri, askeri ve ekonomik hedefleri üzerine yağdırdıkları bomba sayısı çoktan 200 bini aşmış durumdaydı. Gece gündüz, günün her saatinde 600 uçak havalanıyor, Adana-İncirlik ve Dahran'dan gidip Irak üzerine ölüm yağdırıyor...

Bu katliama karşı kim suskun kalabilir?...

...İnsanlar bu vahşi savaşa, bu soykırıma tepki göstermeye başladılar, sokaklara dökülüp, Amerika ve müttefiklerini lanetlediler.

Türkiye'de hükümet çevrelerinin bu haklı (tepkilerden) büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Hemen karşı propagandaya geçildi ve Körfez Savaşı'nın Hıristiyanlarla, Müslümanlar arasında süren bir savaş olmadığını etrafa yaymaya başladılar. Önce devletin memuru Diyanet İşleri Başkanı bir demeç verdi.

Ardından "ağlayan ve ağlatan hoca"ya, "Türkiye vaizi" statüsüne çıkartılan emekli bir vaize merkezi camiler tahsis edilerek Saddam Hüseyin aleyhinde vaazlar verildi.

Dün Irak-İran savaşında Ayetullah Humeyni'nin zulmüne karşı gelen Saddam Hüseyin'in erdemlerinden dem vuran Hoca, şimdi yukarıdan aldığı direktifler doğrultusunda, Saddam Hüseyin'in kafirliğinden, işlediği zulümlerden bahsetmeye başladı.

Bu artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayarak ve ağlatarak, üstelik Rasulullah (s.a.v.) adına saçma sapan rüyalar uydurarak, Saddam aleyhtarlığı yapan Hoca'nın sözlerinden çıkan sonuç, Amerika'nın bölgede yaptıklarından dolayı kınanamayacağı, bu yüz kızartıcı bombardımanlardan mazur görüleceği sonucudur.

Ben kişisel olarak bunu yadırgamadım; çünkü adamlar birilerini besliyorlarsa, bunun bir bedeli vardır. Şimdi bu bedeli ödemelerinin tam zamanıdır...

..Bunlar "zihn-i müşevveş" kimseler değildir, tam aksine "muallem" kimselerdir...

..Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünya müslümanlarını bir vücuda benzetmişti; hani bir organa bir diken batsa diğer bütün organlar rahatsız olurdu? Irak'ta bir organımıza diken batmıyor, adeta koparılıyor.

Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!.."

Ali Bulaç / 11 Şubat 1991 / Vahdet”

Editör: TE Bilişim