Cehenneme pasaport kesen mezhepler?

Abone Ol

Mezhepler tarihini incelerken karşımıza çıkan itikadi, fıkhi, siyasi ve sosyal ayrılıklar ve bu alanda çok çaplı âlimlerin birbirlerini “kâfirlikle” itham etmeleri ister istemez kafalarımızı karıştırmakta ve onlara uyan Müslümanlar olarak bizler de birbirimizi acımasızca eleştirmekte ve hatta küfürle itham etmekteyiz.

Ehl-i sünnetin büyük imamı olarak bilinen İmam Buhari ve İmam Malik gibi bazı hadis imamlarının yine Ehl-i sünnetin en büyük imamı olarak bilinen İmam-ı Azamı, hadis ilmine farklı baktığından dolayı “Kâfir” olarak suçladığına şahit olmamız da bizi derinden yaralıyor.

Günümüzde neredeyse Müslüman sayısında İslam anlayışının var olması, birliği ve beraberliği bir tevhit ilkesi olarak kabul eden İslam dini ile nasıl izah edilebilir.

Ne kadar acıdır ki bugün dünyanın bazı bölgelerinde Müslümanlar “Allahu Ekber” diyerek birbirlerini boğazlamaktadır. Müslümanları arasında böyle büyük ihtilaflara sebep olan bu meseleyi incelediğimizde karşımıza muazzam bir mezhep taassubunun çıktığını görüyoruz. İnsanlar kendi mezheplerini eşittir din, mezhep imamlarının yorumlarını ise sanki ayetmiş gibi kabul etmekte, aynı hususta farklı yorum getiren diğer mezhep imamlarını ve mezhepleri acımasızca dinin dışına itebilmektedir.

Ne yazık ki, mezheplerini dinleştirerek kendi itikadi, fıkhi ve siyasi mezhebine uymayan diğer Müslümanları kafirlikle itham etmek tevhidi esas alan İslam dini açısından incelendiğinde bir paradoks ve bir travma olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mezhep nedir?

Bu kavram yüzünden Müslümanlar neden birbirlerini kâfir olarak suçlamaktadırlar?

Müslümanları böyle tefrikaya düşüren meselenin sebepleri ve illetleri bilinmeden bu uçurumun içinde çıkılamayacağı açıktır. Bunun için mezhep konusunda bazı açıklamaların yapılması ve ortak bir fikre varılması elzemdir.

İslami literatürde tek kaynağı Kur’an olan ve Resul (sav) tarafından bazı ayetleri tefsir edilen İslam dininin itikadı ilkelerini ve ibadete ait emir ve yasaklarını anlama ve çağa göre yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce sistemleri “mezhep” (gidecek yer ve yol) olarak adlandırılmıştır.

Bu genel tarif içinde İslam tarihi içinde neredeyse yüzlerce mezhep türemiş, bunların birçoğu zaman içinde kaybolmasına rağmen bazıları temsilci bularak günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Kur’an-ı Kerîm’de hadislerde mezhep kavramı geçmemektedir. Hadislerde ümmetinin içine düşeceği ayrılıklar genellikle “fırka” mefhumuyla ifade edilmiştir.

İslâm’ın bir ilâhî yönü, bir de insanların anladığı ve uyguladığı yönü vardır. Mezhep kavramı insanların anladığı ve yorumladığı yönü ilgilendiren yorumları ifade eder.

Her şeyden önce mezhep çerçevesi içerisinde çıkarılan hükümler beşeridir ve bu hususta farklı farklı yorumların olması gayet doğaldır.

Resulullah’ın (sav) vefatından sonra yapılan fetihler İslam topraklarını genişletmiş ve ortaya çözülmesi gereken birçok yeni durum ortaya çıkmıştır. Bu problemlerin çözümünü ortaya koymaya çalışan âlimler bakış açılarına göre çözüm üretmekten geri durmamışlar ve mezhep denen düşünce akımlarının doğmasına sebep olmuşlardır.

İslami düşünce akımları diyebileceğimiz mezheplere genel olarak baktığımızda karşımıza, “İtikadi, ameli, siyasi ve sosyal” olarak birkaç kategoride değerlendireceğimiz mezhep çeşitleri çıkar. Mezhep hükümlerini ortaya koyan âlimlerin yaşadıkları ortamlar, coğrafyalar, içinde bulundukları siyasi ve sosyal hayat, aldıkları eğitimler ve bakış açılarının farklılığı aynı konuda farklı fikirlerin/hükümlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Zaten bir âlime bir meselede yorum hakkı tanıyan İslam, diğer âlimlere de aynı yorum hakkını tanımış demektir. Âlimlerin gayret göstererek ve ilmi çalışma yaparak ortaya yeni çıkan bir durumda Kur’an’dan ve sahih hadislerden hareket ederek ortaya koydukları hükümlerin doğruluğu veya yanlışlığını test edecek tek ve en doğru sistem ise şüphesiz içinde asla şüphe olmayan Kur’an’ın açık hükümleridir. Eğer bir âlimin ortaya koyduğu hüküm Kur’an’ın açık ilkeleriyle çatışmıyorsa o yorum İslam içinde değerlendirilebilir. Kur’an’ın açık hükümlerine ve Resulullah’ın tefsirlerine uygun düşmeyen yorumlar ise İslam anlayışı dışına çıkmıştır ve kabul edilmesi mümkün değildir.

Mezhepler hususunda şunun kesin olarak bilinmesi İslami bir zorunluluktur:

“Mezhep eşittir din değildir. Çıkarılan hükümler dinin aslından çıkarılan beşeri yorumlardır. İslam dininde Resuller müstesna herkesin fikirleri alınabilir de reddedilebilir de. Önemli olan alınan ve reddedilen fikirlerin/yorumların Kur’an’ın açık hükümlerine ve Resulullah’ın tefsirlerine ters düşmemesidir. Mezhebi eşittir din sayanlar mezhebini din edinmiş demektir ve bu Kur’an ve Resul’ü devreden çıkarmak anlamına gelir. Mezheplerin oluşmasında sosyal çevrenin, siyasî olayların, eski inanç ve kültürlerin bazı izlerini görmek mümkündür.”

İnanç etrafında oluşan ve adına “İtikadi mezhepler” denilen İslâm’ın inanç ve siyasetle ilgili temel yaklaşımlarının tespitine ve işlenmesine vesile olmuştur. Bundan dolayı Müslümanlar arasında, “Havâric, Şia, Mürcie, Selefiye, Eş’ariye, Maturidi, Mu‘tezile, Cehmiyye, Dırâriye, Hüseyniye, Bekriye, Neccâriye, Kerrâmiye, Müşebbihe, Âmme, Küllâbiye, Kaderiye, Cebriye, Sıfâtiyye, Vehhâbiye, Kādiyâniye vb.” gibi isimler altında itikadı yorumlardan oluşan mezhepler ortaya çıkmıştır. Ancak bu mezhepler genel olarak birbirlerini hep din dışı olarak saymışlardır.

İslâm mezhepleri temel ihtilâf alanları bakımından itikadi, amelî ve siyasî olarak tasnif etmek mümkündür. Mezheplerin ortaya çıkışını hazırlayan faktörlerin başında, Kur’an’da ayetlerin muhkem ve müteşâbih kısımlarına ayrılması, müşabihlerin ancak ilimde derinlik kazanmış kimselerce anlaşılabileceğinin ifade edilmiş olmasından dolayı farklı yorumlara kapı aralaması gelir. İlk dönemlerden itibaren bu kapıdan girmek isteyenler itikadi, fıkhi ve siyasi mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.

Mezhepleri doğuran önemli meselelerden biri de kader hususundaki anlayıştır. İnsanlara hem dünyada hem de ahirette sorumluluk yükleyen fiillerle doğrudan alâkalı olması bakımından kader meselesi etrafında birçok mezhep oluşmasına sebep olmuştur. İlk dönemlerde Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasî ve sosyal problemler, Cemel ve Sıffîn savaşları gibi savaşlar bu tartışmaları içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

Resulullah’ın (sav) vefatından sonra özellikle halife seçimindeki ihtilaflar siyasi mezhepleri doğurmuş ve Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi büyüklerin şehit edilmesine sebep olan olaylar, siyasî gaye ve anlayışlara dayalı birtakım grupların doğmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu grupları oluşturanlar, siyasi amaçlarının arkasındaki hedeflerini örtmek için dinî nasları kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bu anlamda ilk siyasî mezhep olarak Haricîlik ve Şia doğmuş ve peşinden Emeviler ve Abbasiler döneminde diğer siyasi mezheplerin sayıları çoğalmıştır. Siyasi mezhep çatışmaları Hz. Hüseyin’in ailesi ile birlikte Kerbela’da şehit edilmesine sebep olacak kadar gözlerini karartmış ve taassup içine düşmüşlerdir.

İslâmiyet’in tevhit dini şeklinde anılmasının temel sebebi bu dine mensup bulunanların sosyal birlik ve beraberliği korumalarının tevhidin bir gereği olarak kabul edilmesidir. Kur’an-ı Kerîm’de tevhit inancının beşerin selim yaratılışında yer aldığı ifade edildikten sonra mü’minlerin değişik beşeri sebepler yüzünden dinlerinin bütünlüğünü bozup fırkalara/gruplara ayrılmamaları hususunda onlarca ayetle uyarılmıştır.

Kur’an’da insanların tek bir topluluk (ümmet-i vâhide) iken kendilerine açık bilgi ve belgeler geldiği halde daha sonra inanç ayrılığına düştüklerinden dolayı Allah(cc)’ın onlara yeni bir Resul gönderdiği (Bakara, 213; Yunus, 19; Mü’minûn, 52-53) bildirilmektedir. Bu ikazlara rağmen insanların gruplara bölünüp hak ve meşruiyet sınırını aştıkları, gerçeği gizledikleri ve nefsani arzular uğruna hidayeti terk ettikleri de değişik ayetlerde bildirilmiştir.

Resulullah’ın (sav) Müslüman toplumdan ayrılmama yolunda emir ve tavsiyeleri bulunduğu hadislerle de sabittir.

İtikadi meselelerin Resulullah (sav) döneminde gündeme gelmediği ve bu alanda Resulullah’a soru sorulmadığı bilinmektedir. İtikadi meselelere ve mezheplere yönelik rivayetlerinin tamamına yakını ise Resule izafe edilmeyen nakillerden ibarettir.

Mezheplere ayrılmanın dinen câiz olup olmadığı hususu incelenirken Müslümanların taşıması gereken misyonun göz önünde bulundurulması büyük önem taşır. Hz. Muhammed’in (sav) son Nebi ve Resul olduğu, tebliğ edip uygulanma şeklini gösterdiği İslâmiyet’in bütün dinler için hakkın kriteri niteliğini taşıyan bir içeriğe sahip bulunduğu, ümmetinin de hakikat şahitliği gibi bir görev üstlendiği Kur’an’ın beyanları arasında yer almaktadır

İMAMI AZAMI KİMLER TEKFİR ETTİ?

Günümüzde Müslümanlar farklı Mezheplere bölünmüş vaziyettedirler. Yine bu mezhepler içerisinde yüzlerce ayrı fırka, tarikat ve cemaat bölünmesi de işin cabasıdır. Kur’an’da açık biçimde, “Hep birlikte Allah’ın ipine(Kur’an’a) sımsıkı sarılın ve parçalanıp, bölünmeyin…” diyen Allah(cc)’a rağmen bu çarpık tutum ve Kur’an’a muhalif uygulama günümüzde Müslümanların içine düştüğü açmazı, parçalanmışlığı ve zilleti gözler önüne sermesi bakımından çok anlamlıdır.

Mezheplerin dinleştirilmesinin bir sonucu olarak insanları “Mezhepsiz” deyip küfürle itham etmek iman esası haline getirilmiş, “Ben bir Mezhep kuruyorum” diye yola çıkmadıkları halde imamlar “Mezhep imamı”, mezhep imamlarının verdikleri fetvalardan oluşan kitaplar “Hak mezhep kitabı” kabul edilmiş dahası bu kitaplar da haşa Allah’ın hükmüne eş ve ortak kabul edilmiştir.

Resulullah’tan 200 yıl sonra oluşturulan Hadis kitaplarına alınan her söz sanki mutlak Resul’e aitmiş gibi bir algı oluşturulmuş, birçok kaynağı olmayan ve Kur’an’a zıt rivayetler hadis denilerek Resulullah’a atfedilmiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde ise iş adeta zıvanadan çıkmış, oluşturulan hadis kitapları mutlak doğrular kabul edilerek resmi bir devlet anlayışı şekline sokulmuş ve bunu kabul etmeyen Müslümanlar sistematik olarak, baskı ve zulümlere maruz bırakılmıştır.

İşte böylesi zulmün ayyuka çıktığı bir dönemde İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Allah Resulü Kur’an’a muhalefet etmez.” diyerek uydurma rivayetleri reddetmiş ve Kur’an kaynaklı bir bakış açısını ortaya koymuştur. Fakat İmam-ı Azam Ebu Hanife bu düşüncesinden dolayı mezhebini, yorumunu din edinenler tarafından tekfir edilmiş, Resul düşmanı sayılmış ve sonunda zindanda şehit edilmiştir.

Bakış açıları çok farklı olan ve birbirine zıt bir çok hüküm veren ve hatta birbirlerini küfürle itham eden mezhep imamlarının fetvalarından oluşan yolun hepsine “Hak” demenin çok açık bir mantıksızlık olduğu ortadadır. Aynı zihniyetin Ehl-i sünnetin büyük alimi sayılan İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi sapık ve kafir ilan etmesi de hiçbir akıl ve mantıkla ve İslami vicdanla izah edilemez.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, rey ehli olarak bilinir. Hadisleri sadece senet ve rivayet açısından değil, anlam açısından da metin tenkidine tabi tutar. Hadis diye rivayet edilen metinlerin ravilerinin sağlam olmasının o rivayetin hadis olmasına yetmediğini savunur. Hadis diye rivayet edilen metsin Kur’an’ın açık naslarına zıt olmaması gerektiğine inanır. Bu açıdan mana açısından Kur’an’a zıt gördüğü ve Resulullah’a ait olamayacağına inandığı rivayetleri hadis olarak kabul etmez ve bu rivayetlere aykırı fetvalar vermekten çekinmezdi. Bu şekilde hadisçiler tarafından hadis olarak kabul edilen ancak Kur’an’a aykırı olduğundan dolayı kabul etmediği 200 kadar rivayete aykırı fetva vermekten çekinmemiştir. Bu Kur’ani tavrı, mezhepleri dinleştiren ve rivayetleri “mutlak nass” sayanlar tarafından şiddetle tenkit edilmiş ve hatta küfürle itham edilmiştir.

Resulullah’ın (sav) söylemediği ve Kur’an’a açık biçimde zıt olan bir sözü sırf birileri rivayet etti diye “hadis” kabul etmek İslami açıdan problemli bir ruh halidir. Resulullah’ın (sav) söylemediği bir sözü hadis diye kabul edenlere “bu hadis olamaz. Allah Resulü böyle bir söz söylemez.” Diyerek kabul etmemek Resulü kabul etmemek anlamına asla gelmez. Aksine böyle bir tavır Resulü uydurma rivayetlerden kurtarmaya çalışmaktır.

Resulullah’ın (sav) Kur’an’a aykırı bir söz söylemesi asla mümkün değildir. Öyle olsaydı Allah (cc) Kur’an’da, “Eğer Resul, söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.” (Hâkka, 45-47) demezdi. Bu ayet bütün açıklığıyla Resulullah’ın (sav) Allah(cc)’tan aldığı buyrukları insanlara ekleme ve çıkarma yapmadan aktardığını ortaya koymaktadır.

Ehl-i Sünnetin büyük imamı olarak kabul edilen İmam-ı Azam Ebu Hanife de meşhur eserinde bu hususta şu açıklamaları yapmaktadır:

Allah’ın Resulü asla Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın Resulü olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’an’a muhaliftir. Çünkü Allah; Kur’an-ı Kerîm’de “Zina eden kadın ve erkek..” (Nur, 2) ayetinde zâni ve zâniyeden iman vasfını nefyetmemiştir. Keza, “Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de..” (Nisa, 16) ayetinde Allah “sizden” kaydı ile Yahudi ve Hıristiyanları değil, Müslümanları kastetmektedir. O halde Kur’an-ı Kerim’in hilafına, Resulullah’tan hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Resulü reddetmek veya yalanlamak değildir. Bilakis, Resulullah adına bâtılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. Bu hususta itham Resule değil, nakleden kimseye aittir. Resulullah’ın söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resul’ünün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Resulullah’ın, Allah’ın yasakladığı bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mâni olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah Teâlâ “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) buyurmaktadır.” (Bkz: İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Tercüme, Mustafa Öz, 2. Bs., İFAV Yayınları, İstanbul, 1992, “el-Âlim ve’l-Müteallim”, s: 24-25)

Bütün bu gerçeklere rağmen İmam-ı Azam, uydurma rivayetleri hadis kabul etmediği için hadis ehli olarak isimlendirilen bazı kişiler tarafından acımasızca tekfir edilmiştir. Bu kişilerin başında hadisçi olarak tanınan İmam Malik, Süfyan es-Sevri, Evazi, Buhari gibi zatlar vardır ve bunlar “Ehl-i hadis” olarak meşhur olmuşlardır. Adı geçen kişilerin İmam-ı Azamı şu ifadelerle kâfir ilan ettikleri bilinmektedir:

Büyük hadis âlimi olarak ilan edilen ve günümüzde onun söyledikleri (haşa) beş yüz ayetten önemli görülen İmam Buhari, “Güvenilmez Adam.” (Tarihul Kebir c. 8 s.81), “Sapık Mürcie Mezhebinin Mensubu.” (Tarihul Evsat c.2 s.93), “Küfründen dönmesi için iki defa tövbeye çağrılan adam.” (Kitabuz Zuafa s.132)” şeklinde ithamlarda bulunmuştur.

Meşhur muhaddis olarak bilinen Süfyan bin Uyeyne, İmam-ı Azam’ın hapishanede şehadet haberini alınca, “Allah ona lanet etsin! İslam’ın can damarlarını, bir, bir kopardı. Müslümanlar arasında ondan daha şerir biri doğmamıştır.” (İbni Abdulbirr, El İntika s.149-150) deme talihsizliğini işlemiştir.

Ehl- sünnetin mezhepleri arasında bulunan meşhur hadisçi İmam Malik ise El İntika isimli eserinde, “Ebu Hanife, İslam bünyesinde doğan en şerir varlıktır. Bu ümmete, fikirleri yerine kılıçla vursaydı daha iyi olurdu.” Demiştir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi kâfir ve güvenilmez olduğunu iddia eden diğer ehl-i sünnet âlimlerinin söyledikleri ise kısaca şöyledir:

İmam Malik: “Ebu Hanife az kalsın dini yıkacaktı.”, “Ebu Hanife dini mahveden hastalıklardan biridir.” (Ahmed b. Hanbel Kitabu’l-İlel.II/69/428-32)

“Benim için Ebu Hanife’nin sözüyle hayvan pisliği arasında hiçbir fark yoktur.” (Hatib el-Bağdadi Tarihu Bağdad.13/411)

İmam Tirmizi: “Ahmed b. Hanbel’in ‘Ebu Hanife yalancıdır.’ Dediğini duydum.”

Hammad bin Seleme: “Ebu Hanife bir şeytandı: Resulullah’ın sözlerini kendi görüşlerine dayanarak reddederdi.” (Ahmed b. Hanbel İlel II/68/428)

İbn Ebi Şeybe: “Sanıyorum Ebu Hanife Yahudiydi.” (Hatib 13/413)

Sufyan es-Sevri: “Zındıklığından dönmesi için iki kez, kâfirliğinden dönmesi içinse defalarca tövbeye çağrıldı.” (Hatib el-Bağdadi 13/382-383)

Mezhep taassubu ile Ehl-i Sünnetin en büyük alimi sayılan İmam-ı Azam’a karşı yapılan bu tür saldırılar aktardığımızdan onlarca kat fazladır. Hakka bu hususta İmam-ı Azamı kâfirlikle itham edenler şeklinde müstakil eserler bile yazılmıştır. Hâlbuki İmam-ı Azam, hayatı pahasına Kur’an’ı esasları savunmuş, Resulullah’a (sav) isnat ederek kendi siyasi ve dünyevi emellerini gerçekleştirmek isteyenlere karşı tam bir Müslüman gibi dimdik ayakta durmuş, karşı çıkmış ve bu hususta hayatını feda etmiştir.

Ne yazık ki özellikle kendini ehl-i hadis ve tarikatçı olarak tanıtan aynı zihniyeti taşıyanlar bugünde İmam-ı Azam’ın hadis anlayışını kabul edenlere karşı aynı suçlamaları yapmakta ve mezhep taassubunun yakıcı kollarında kendi inançları ile tenakuza düşmektedirler. Öyle ki böyle düşünen ve isminin önünde “Doçent” yazana birisi, bırakın İmam-ı Azam’ın yorumlarını ayetleri bile hafife almakta ve “Bana beş yüz ayette getirseniz ben Buhari’nin dediğine inanırım. Buhari yıkılırsa din yıkılır.” Diyebilmektedir. Mezhebini din olarak kabul eden ve kendi mezhebinin imamı gibi düşünmediği için başkalarını kâfirlikle itham eden bu zihniyetler bugün İslam dünyasında dökülen kanların da sorumlusudur.

Bugün dünyanın birçok yerinde ölen de öldüren de “Allahu Ekber” diyerek birbirini boğazlıyorsa bunun tek müsebbibi mezhebini din olarak görenlerdir.

Yazımızın sonlarına yaklaşmışken şunu bir kez daha üzerine basa basa ifade etmek istiyorum:

“Kimse mezhebini, mezhep âliminin yorumunu din yerine koymasın. Din Kur’an’dadır. Allah (cc) ‘Dininizi Allah’a has kılarak ibadet edin.’ Diye buyurur. Mezhep eşittir din değildir. Çıkarılan hükümler dinin aslından çıkarılan beşeri yorumlardır. İslam dininde Resuller müstesna herkesin fikirleri alınabilir de reddedilebilir de. Önemli olan alınan ve reddedilen fikirlerin/yorumların Kur’an’ın açık hükümlerine ve Resulullah’ın tefsirlerine ters düşmemesidir. Mezhep eşittir din sayanlar mezhebini din edinmiş demektir ve bu Kur’an ve Resul’ü devreden çıkarmak anlamına gelir. Mezheplerin oluşmasında sosyal çevrenin, siyasî olayların, eski inanç ve kültürlerin bazı izlerini görmek mümkündür.”

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” (Al-i İmran 103)

Bu ayetin tefsirinde ise Müslümanların uyanık olmaları ve tevhitten şaşmamaları konusunda şu hakikatlere dikkat çekilmektedir:

“Allah(cc)’ın ipinden maksat, Kur’an ve İslâm’dır. Allah(cc)’a karşı gereği gibi saygılı olmak ve Müslüman olarak ölebilmek için Allah(cc)’ın ipine toptan yapışarak tevhit inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve hayatın sonuna kadar imanı korumak gerekir. İslâm dini inançta ve amelde birliğe büyük önem verir. Bunun içindir ki inanç alanında Allah(cc)’ın birliği ilkesini getirdiği gibi, ibadet alanında da hac ve namaz gibi insanları bir araya toplayarak Müslümanların birliğini sağlayacak prensipler koymuş, amelî tedbirler almıştır. Fert olarak veya bölünmüş gruplar halinde yaşayanların dinlerini ve milliyetlerini korumaları kolay değildir. Bunların sosyal, maddî ve manevi baskılar karşısında dayanma güçleri az olduğundan daima din ve milliyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunurlar. Bu tür baskılar peygamberleri bile zor durumlarda bırakmış, bu sebeple Allah(cc)’tan ve insanlardan yardım istemeye mecbur kalmışlardır.” (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 643-644)

Tercih sizin:

Ya mezhebinizi dinleştirerek ve mezhep imamınızı ilahlaştırarak inancınızla çelişkili bir hayat yaşayın. Ya da Allah(cc)’ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılıkları ateşleyen mezhepçilik yapmayı bırakın.