Önce CHP yönetiminden başlamalıyım…

İktidar olma isteği sizin için siyasi parti oluşunuzun bir gereği olmanın ötesinde bir prestij meselesi artık, bunu biliyorum. Çünkü bir türlü kabuğunuzu kırıp ortaya çıkamadınız. Genel Merkez olarak yırtınıp didindiğinizin de farkındayım ama bir yerlerde hata yapıyorsunuz ve bunu fark edip gereğini yapamıyorsunuz. AKP’nin özellikle son on – on beş yıldan beri devamlı olarak verdiği kozları kullanamıyor, tabir yerinde ise, “Gelin de bizim kaleye gol atın” dediği pasları bile götürüp kendi kalenize bırakıyorsunuz. Zaman zaman iyi, güzel bir faaliyetinizi görüp partiniz adına yapılan açıklamaları, ya da Genel Başkanınızın konuşmasını dinledikten sonra şöyle cümleler kurmuşluğum vardır:

“Tamam, işte şimdi oldu. Burada söylenenlerin altına imzamı atarım!”

Ama ardından bir başka faaliyetteki tutumlarınız, parti içinden bir yetkili ya da herhangi bir milletvekilinin, il ya da ilçe başkanının konuşması, davranışı bir anda her şeyi alt üst ediverir. Buna bir de, CHP ile özdeşleşmiş gibi görünen gazetelerdeki birtakım halktan kopuk yazarların yazdıkları, CHP’li olarak bilinen sanatçıların söyledikleri eklenir ve her şey sil baştan olur. Bu durum yıllardan beri böyledir ve hiç değişmemiştir! Bir örnek olarak, CHP’ye yakın duran TV kanallarından birine Temel Karamollaoğlu’nu çağırıp da başka konu yokmuş gibi “Saadet iktidarında Ritmik Jimnastik Kız Takımı Türkiye’yi temsil edebilecek mi” diye densiz ve yersiz bir soru sorulması gibi!

Yalansa “yalan”, doğru değilse “öyle değil” deyin. İsterseniz en sondan başlayalım… Şahsen şu an uygulanmakta olan üniversitelere rektör atama sistemine kökten karşıyım. Tek seçicilik ve tek atayıcılık oldukça ilkeldir ve hele de ilim yuvalarında, olmaması gerekir. Zaten dünyada da bizdeki gibi bir uygulama, bir anlayış olduğunu sanmıyorum. Bir defa bunu belirtmeliyim. Ancak her işe maydanoz olma hevesinde olan İstanbul İl Başkanınızın Boğaziçi Üniversitesi kampüsünün önünde ne işi vardı? HDP ile içli dışlı gibi bir görüntü vermesi de hoş değil ama hadi “Bir siyasi faaliyettir” diyelim de, ikaz etmezseniz Nisan ayı geldiğinde o meşhur teweetlerinden birini atabilir. Onun için kendi işine bakmasını ya da siyaseti bırakmasını söyleyebilirsiniz.

Şu Fikri Durmuş Sağlar!.. İstediği kadar CHP Genel Başkanı’na karşı olsun, istediği kadar Genel Merkez’le arası olmasın. Kapanan bir yarayı kaşıdı mı? Kaşıdı! Fikri Durmuş müzmin CHP’li mi? Evet! Gelin görün ki durup dururken başörtü ya da türban meselesini gündeme getirmesi iktidara bayram ettirmiş, zorlandığı bir dönemde nefes aldırmış, üstün propaganda gücü ve trol desteği ile cezası da CHP’ye kesilmiştir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenen Şeb-i Arus törenleri ve o vesile ile ortaya saçılan dedikodular, o programda okunmadığı ayan beyan ortada olan Türkçe Ezan meselesini yeniden alevlendirmiş, koskoca Diyanet İşleri Başkanı bile “Caiz değildir” diye fetva vermeye kalkmıştır. “Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz” misali erbabına bundan güzel malzeme verilebilir mi? Kötü zanda bulunmanın ayetle sabit günahlardan olduğunu bile bile, “Bak işte, gördünüz mü? Bunlar şimdi prova yapıyorlar, ortamı bulunca ezanı da Kur’an-ı da Türkçe okutacaklar” diyenler oldu. Demek ki belediye başkanlarınızın da kulakları çekilecek, onlar da bürokratlarını kontrol altında tutacaklardır!

İlker Başbuğ’un “Adnan Menderes Eskişehir’de seçime gidileceğini söyleseydi 27 Mayıs ihtilali olmazdı” demesi hiç de darbe çağrıştırmadığı halde öyle değerlendirildi, onun da ötesinde döndü dolaştı yine CHP’yi vurdu. Çünkü propaganda gücü başka bir şey!

Muhalefet atakta, iktidar savunmada olacak yerde Türkiye’de tersi bir durum var. Bunda elbette MHP’nin kayıtsız şartsız desteği ile getirilen ve hiç de adil olmayan bir sistemin rolü var ama en önemli sebeplerden biri de CHP’nin durumu kavrayıp kendisine, teşkilatlarına, sempatizanlarına çeki düzen verememesi. Tabii, bir de ne yazık ki CHP’nin, “Halk Partisi” adını taşımasına rağmen halkı tanıyamaması, halkın bazı hassas noktalarına ve değerlerine yabancı kalması.

Örnekler çoğaltılabilir. Bazılarını da zaten önceki yazılarımda konu etmiş, Belediye Başkanlarınızın da Mansur Yavaş’ın sessiz, derinden ama kararlı çalışmalarını, icraatlarını örnek almaları gerektiğini belirtmiştim. Geçelim…

Geçelim ve gelelim AKP’ye… CHP bahsinde sözüm daha çok Genel Merkez ve çevresine idi ama burada yazımın başlığına da uygun olarak AKP taraftarlarına diyeceklerim var.

Siyaset böyle bir şey işte; insan biriken kinini ve siyasi saplantısını din gibi algılamaya başlayınca her şeyi unutuyor, aklını kiraya veriyor ve arkasından gittiklerinin her sözüne kanıyor, her yanlışında keramet arıyor, kendi vicdanında sığınak bulamayan davranışlarını bile hoş karşılıyor. Çünkü o kendisinde değildir artık ve siyaseten nirvanaya ermiştir!

Yine sondan başlayalım…

Yukarıda, eski Genel Kurmay Başkanlarımızdan İlker Basbuğ’un bir sözü üzerine adeta niyet okunarak tamamen zorlama ile “darbe iması” çıkarılmasından söz etmiştik. Bu allanıp pullandı ve başkalarının ileri geri konuşmaları ile de harmanlanıp servis edildi, suç duyurularında bulunuldu. Peki, ey AKP’li arkadaş! Aralık 2020’de yapılan Bütçe Görüşmeleri sırasında Dışişleri Bakanı muhalefet temsilcilerinin gözlerinin içine baka baka açık ve net olarak demokrasi karşıtı ve darbe kokan bir söz söyledi mi? Söyledi! Aynen, “Seçimi kazansanız bile iktidarın size teslim edileceğini mi sanıyorsunuz” dedi mi? Dedi! Bu söylem hiçbir yoruma gerek kalmadan açık ve net olarak bir darbe ya da dikta söylemi midir? Evet! Peki, bu konuda soruşturma açan oldu mu? Olmadı! Şimdi doğru söyleyin; siz bu söylemden rahatsız oldunuz mu olmadınız mı? Rahatsız olduysanız tepkinizi gösterdiniz mi göstermediniz mi? Göstermedi iseniz böyle bir anlayış, böyle bir çifte standartlık ne anlama geliyor?

Dünyanın bütün devletleri gibi bir yıldan beri Türkiye’de de salgınla boğuşuyoruz. Salgın yani Covid 19 denen Korona Virüsü belası adeta davul zurna çalarak gümbür gümbür gelmesine rağmen maalesef bu konuda en hazırlıksız yakalanan ülkelerden biri de biz olduk. Ne yazık ki iktidar, çözümü en kolay olan maske işini bile becerememişti malum. Hatırlamakta fayda var: “Paralı mı olsun parasız mı?” “Vatandaşa kod gönderilsin, PTT’den alsınlar!” “Hayır, gelen kodla birlikte eczanelerden alsınlar!” “Şu olsun, bu olsun” derken en azından beş ayrı uygulamadan sonra işler yoluna girebildi ve şimdi herkes başının çaresine bakıyor, kimsenin şikâyeti de yok.

Salgınının önlenebilmesi için kalabalıklara girilmemesi, çarşı – pazarların, AVM’lerin kapanması şart. Baştan beri bu konuyu dillendiren çok oldu ama iktidar direndikçe direndi. Sonunda sınırlı kapanma ilan edip esnafa cüzi yardımda bulunuldu ama kaynak olmadığı için tatmin edici değildi. Çünkü bu işler için ayrılan İhtiyat Akçesi çoktan başka yerlere uçurulmuştu. Dolayısıyla salgın dozunu arttırınca yine sembolik destekler geldi, esnaf perişan, vatandaş tedirgin. Almanya ve Kanada örneklerini, kaynağından aldığım bilgilerle daha önce yazmıştım. Oralarda iş yerleri kapalı olsa da devlet yardımı ile çözüm bulunuyor. “Ak akçe kara gün içindir” atasözü bize ait olsa da uygulamasını onlar yapıyor. Bu durumu hiç sorguladın mı?

Salgını durduracak en önemli unsurlardan biri de aşı. Bu konuda zengin bir altyapısı olan Hıfzıssıhha Enstitüsü Cumhuriyetimizin en fakir günlerinde bile aşı üretip ihtiyaç duyan dünya devletlerine gönderebiliyordu. Hatta şimdi dört gözle aşı göndermesini beklediğimiz Çin’e, Atatürk döneminde aşı gönderen bizdik, biz! AKP iktidarları bu güzide kurumu kapattığı için o konuda da hazırlıksız yakalandık. Siyasi istikrarsızlık içinde bulunan ve 2020 yılında üç defa seçime gitmek zorunda kalan İsrail bile nüfusunun nerede ise yüzde yirmisini aşılamışken biz daha “Bismillah” deyip başlayamadık. Ne zaman ne kadar geleceği gibi kaç para ödeneceği bile belli değil. Her şey sır, her şey gizli. Bu neden böyle oluyor diye sormuyor musun?

Türkiye’de uygulanan bir “Yap – İşlet – Devret” modeli var. Aman ne güzel; yollar, köprüler, tüneller yapılıyor ama hepsi de birer kara delik gibi bütçemizi yiyip bitiriyor. Onun için zam üstüne zam, vergi üstüne vergi geliyor. Türkiye’de en rahat olanlar gündemden düşmeyen o anlı şanlı beş ya da altı müteaahhit. Onların keyifleri tıkırında. Sözleşmeleri döviz üzerinden, ödemeleri garanti, güvenceleri Türkiye bile değil de İngiltere mahkemeleri… Bir de üstelik ha bire aldıkları vergi indirimleri, vergi afları: Lüküs hayat, oh ne rahat! Onlar rahat ama sen, ben, biz, siz rahat değiliz. Bu borçlar bizden torunlarımıza kalacak, onlar da rahat edemeyecekler. Oysa devlet sıkı bir denetimle bütün bu işleri yapardı, yapabilirdi. Tıpkı birinci ve ikinci Boğaz Köprülerini yaptığı gibi. Bu konulardan da rahatsız değil misin?

Rüşvetçi Rıza, uyuşturucu mafyası Zindaşti, kara para aklayıcısı Bilmem ne Baran her nasılsa bir şekilde Ak Partilileri bulup resim veriyorlar ve hatta Rıza Zarraf örneğinde olduğu gibi Bakanların elinden plaket bile alabiliyorlar! Bu işte bir gariplik yok mu? Allah aşkına samimi olarak söyle; bu durum seni rahatsız etmiyor mu? Ediyorsa siyaseten ardına düştüklerine sorma ihtiyacı duydun mu?

CHP’nin şöyle veya böyle, gizli ya da açık olarak HDP ile münasebetlerine haklı olarak kızıyor, her yerde her zaman dillendiriyorsun da geçmişte AKP iktidarlarının yaşattığı Habur rezaletine, Diyarbakır Meydanı’nda terörist başının bildirisinin okutulmasına, Çözüm Süreci saçmalığına, İmralı görüşmelerine, Dolmabahçe Mutabakatı’na niye tepki göstermedin? Hadi onlar bizleri delip geçse de geçmişte kaldı diyelim; peki en son İstanbul seçimlerinde HDP Millet İttifakı adayını destekliyor diye ortalığı birbirine kattın mı katmadın mı? Ama aynı dönemde hiç alakası olmadığı ve o sıralarda akrabaları bile görüşemediği halde bir akademisyenin İmralı’ya gönderilip terörist başından mektup getirmesine ses çıkarmadın. O da yetmezmiş gibi, terörist başının kırmızı bültenle aranan kardeşinin hem de devlet televizyonu TRT’ye çıkarılıp konuşturulmasına niye seyirci kaldın? HDP’liler ya da Kürtlerin iktidara oy vermeleri mubah da muhalefete verince haram mı oluyor? Bu nasıl anlayış?

İktidar milletten tasarruf istiyor, sıkışınca İBAN gönderip para da alıyor ama devlet kurumları lüksten, israftan, şatafattan vaz geçmiyor. Oysa sizler, “Hz. Ömer devlet işlerini görürken resmi, kendi işleri ile uğraşıp arkadaşları ile sohbet ederken kendi mumunu yakıyordu” diyen bir kültürden geliyorsunuz. Bu durumdan rahatsız olmuyor musunuz? Herhangi bir uyarınız oldu mu?

Elbette sorgulanacak pek çok konu var da hani ne derler, “Yazsam kitap/roman olur!” En iyisi yazının sınırlarını aşmadan bitirelim. Son sözü, ibret alınması dileğiyle Hz. Ömer’e bırakalım ve o söz hem CHP’lilere hem de AKP’lilere gitsin:

“Yanlışımı söylemezseniz sizde, söylediğiniz halde dinlemezsem bende hayır yoktur!..”