Son günlerde, Doğu Türkistanlı kardeşimiz, değerli sanatçı Abdurrehim Heyit’in, iki yıldan beri tutuklu bulunduğu Çin’deki toplama kamplarında şehit olduğuna dair haberler Türkiye’deki milliyetçi camiada bir hayli gündem oluşturmuştu. Ancak Çin Devleti, canlı bir video yayınlayarak Abdürrehim kardeşimizin sağ olduğunu göstererek kendince kendini “aklamaya” çalıştı.

Allah şahit, her an böyle bir açıklama olacağı içime doğduğu için konu ile ilgili paylaşım yapmamıştım. Çünkü bir grup arkadaşımla birlikte yaklaşık üç yıl önce Urumçi Havaalanı'nda 10 saat rehin tutulup sınır dışı edildiğimiz süreç içerisinde Çin Devletinin politikasını yakından tanıma fırsatı bulmuştum. O zaman, Kazakistan üzerinden Türkiye’ye döndüğümüzde de "Son Çin Seferi ve Gölgesinden Korkan Dev" başlıklı bir yazı yayınlamıştım. Çin, önce bu haberi yaydı, tepkileri gördü ve zaman zaman teröristlerin de aldıkları rehineler için yaptıklarına benzer canlı görüntü verdi. Metod aynı. Zira Çin de bir terör devleti! Bunda, buradaki Türk Ülkücülerinin kamuoyu oluşturmaları ile birlikte Dışişleri Bakanlığımızın nihayet bir açıklama yapmasının rolünün olduğu muhakkak. Şimdi devletimize düşen, bu konunun üstüne gidip Abdürrehim Heyit'i Türkiye'ye getirmek, kamplarda tutulan ve sayılarını kimsenin bilmediği kardeşlerimizin haklarını aramaktır. Mademki devletimiz Çin ile “dostane ilişkiler” içindedir, bunu da yapacak kudrete sahip olmalıdır.

Şimdi yeri gelmişken sözünü ettiğim o yazımı biraz kısaltarak tekrar yayınlıyorum:

“…Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi, “Oraya” diye gürledi. Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhları dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi akarak Tanrı Dağı’na yürümeye başladılar. Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı’nın huzurunda başlayan bu en muhteşem geçit resmi büyük, sonsuz boşluğu sararken biden bire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kâinatı titretti:

“Delinse yer; çökse gök; yansa, kül olsa dört yan

Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.

Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan;

Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.

Bu türkü hâlâ göklerde çınlıyor…”

Atsız, 13 Nisan 1946’da tamamladığı BOZKURTLAR romanının birinci bölümünü bu cümlelerle bitiriyordu. Göktürklerin ve Kürşad’ın yaşadığı dönemi dikkate alırsak 1500, Çinlilere set çektiren Mete Han’ın dönemini dikkate alırsak da yaklaşık 2200 yıldan beri bu türkü göklerde ve Çin semalarında çınlıyor olmalı ki Türk kelimesinden ve Türk Ocakları’ndan hâlâ ürküyor ve korkuyorlar.

Bizler, 25’e yakın Türklük aşığı olarak bugün maalesef Çin sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan’ı ziyaret edip atalarımızın hatıralarını görmek, Çin zulmü altında inim inim inleyen kardeşlerimizle hemhal olmak üzere bir program yapmıştık. İnsanların seyahat etme özgürlükleri vardı ve elbette devletlerin koydukları birtakım kurallardan da haberdardık. Çin Devleti Yeşil Pasaport taşıyanlara -güya- vize uygulamıyor, normal pasaport sahipleri için de kendi ülkesinden davet edilmiş olma şartının yerine getirilmesini istiyordu. 8 arkadaşımız için uzun uğraşlar ve yapılan masraflardan sonra davetiyeler temin edilmiş, davetiye temin edildiği için de uçak biletleri alınıp otel rezervasyonları yapılmıştı. Buna rağmen Çin Büyükelçiliği vize vermedi ve sekiz arkadaşımız mağdur edildi. Yeşil Pasaport taşıyan bizler ise burukluk içinde de olsa Çin Havayollarına ait uçakla 20 Mayıs’ı 21 Mayıs’a bağlayan gece yarısı (2016) hareket ederek Urumçi Havaalanı’na indik.

E, “uluslararası anlaşmalar”, Çin’in verdiği “taahhütler” ve bizlerin “kapı gibi” Yeşil Pasaportlarımız vardı ya göğsümüzü gere gere pasaport kontrolü yapan polislerin önlerine dikildik… Çünkü Yeşil Pasaport’un kapağının hemen içinde Türkçe ve İngilizce olarak şöyle bir cümle yer alıyordu: “Tüm yetkili makamlardan, bu pasaport hamiline, engelsiz geçiş hakkı tanınması ve gerektiğinde yardımda bulunulması ve koruma sağlanması rica olunur.” Polisler de pasaportumuzu evirdiler çevirdiler, bir gözlerimizin içine bir önlerindeki ekrana baktılar, tık tık yaparak tuşlarda gezinip bir daha, bir daha baktılar ve “Geç” işareti yaptılar ama pasaportlarımızı vermemişlerdi. Oturacak yer gösterdiler, oturduk. İyi niyetliyiz ya, hep olumlu bakıyor ve pasaportlarımıza giriş damgası basıp vereceklerini umuyoruz. Ancak tuvalet ihtiyaçları başlayınca durum da açıklığa kavuşur oldu. Çünkü kadın olsun erkek olsun wc’ye mevcutlu olarak gidip geliyorduk. Bizden yaklaşık bir saat sonra Rusya’dan gelip Urumçi Havaalanı’na inen uçağın yolcuları hiç bekletilmeden geçip gittiler. Bizimle aynı uçaktan inen ve Türkiye’deki Ulusal Kanal muhabiri olduğunu öğrendiğimiz bayanla Aydınlık Gazetesi’nin muhabiri genç de rahatlıkla geçmişlerdi. Onların, bazı arkadaşlarımıza, “İşiniz zor olabilir” mealinde bir şeyler söylediklerini daha sonra öğrendim. Bir süre sonra bizi yolcuların gelip geçtiği yerden alıp içeride bulunan genişçe bir odaya aldılar ve insafa gelip sıcak pilav servisi yaptılar. İlk defa çubukla yemek yerken iyi niyetimiz yine depreşti. “Bu ikram hayra alamettir” diye düşünüyorduk ki rehberimizi sık sık çağırıp sorgulamaya başladılar. Yedi sekiz saat sonraki son sorgulamanın ardından rehberimizin yüz ifadeleri değişmiş ve üzülerek sınır dışı edileceğimizi anlatmaya başlamıştı. Hemen Dışişlerimizi, elçiliğimizi aramaya koyulduk. Her arkadaşın ulaşabileceği birileri vardı ve Allah’tan telefonlarımıza el konmamıştı. Ancak hiçbir gayret işe yaramadı. Ya hapis hayatı yaşayıp 4 gün sonraki uçağı bekleyecek ya da hemen o akşam Kırgızistan ya da Kazakistan’a geçip ülkemize oradan dönecektik. Bu arada pasaport amiri rehberimize, “Boş yere sağa sola telefon edip durmayın, kesin olarak gideceksiniz” demiş ve ağzındaki baklayı çıkarıvermiş: “- Sen Türk Ocağı’na üye misin?” “- Türk Ocağı’nı tanıyor musun?” “- Bu gruptakileri biliyor musun?”

Mesele anlaşılmıştı… Bu gezinin duyurusu daha önce Türk Ocakları İnternet sitesinde yayınlanmış ve Türk Ocakları Doğu Türkistan Türklüğünün savunucusu “Rabia Kadir’e Özgürlük” diye bir imza kampanyası düzenlemişti. E, ben de Türk Ocağı Yönetim ve Denetim kurullarında görev almış biri idim. Haliyle gezi arkadaşlarım da aynı davanın neferleri idiler. Gerçi bizler Çin’e set çektiren Mete Han’ın ordusunda birer Çeri, Çin Sarayı’nı basan Kür Şad’ın yiğitlerinden birileri değildik ama Atsız’ın dediği gibi, “Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkler”in türküsü hâlâ Çin semalarında yankılanıyor olmalı ki Türk Ocağı onlara geçmişi bir daha hatırlattı ve çareyi bizleri sınır dışı etmekte buldular.

Havaalanı’nın Dış Hatlar Gelen Yolcu bölümünden Giden Yolcu bölümüne götürülüşümüz görülmeye değerdi! Elinde pasaportlarımızla rütbeli polis amiri önde, sağımızda – solumuzda ve arkamızda askerler geçip sıraya dizildik. Polis amirinin oldukça heyecanlı olduğu her halinden belli oluyordu ve sanırım eksik bir iş yapıp üstlerinden fırça yemenin ve hatta işinden olmanın telaşı içindeydi. Bizleri önce sıraya sokup pasaportlarımızı verdi, sonra sahibinin yüzüne bakarak geri aldı, sonra bir daha sıraya soktu, sonra bir daha, bir daha derken girişte olduğu gibi pasaportlarımız damgalanmadan geri verildi. Güya biz Çin sınırlarına hiç girmemiştik ama pasaport fotokopilerimiz askerlerin elinde duruyordu. Kısacası bir daha oralara gidemeyecektik. Bununla da kalsa iyi… Bizlere adeta “azılı terörist” muamelesi yaparak ve üstümüzü başımızı didik didik ederek tekrar tekrar aradılar. Başörtülü kadınların örtülerini gevşetip elleriyle yokladılar, ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkarttılar. Onların Tien Şan dedikleri Tanrı Dağları’nı havaalanı binasının pencerelerinden görüyorduk ama resim bile çekemiyorduk. Uçağa doğru giderken Arama faslından kurtulunca çaktırmadan iki poz çekmeyi başardım.

***

İşin garipliğine ve hayatın cilvesine bakın ki Almatı – İstanbul yolculuğu için bindiğimiz Türk Hava Yolları’nın 351 sefer sayılı uçağındaki koltuk “arkadaşım” bir Çinli! Ben normal olarak bir Kazakistanlı kardeşimle yolculuk yapacağımı sanıyordum. Selam verince yüzüme baktı ve hemen “Nerelisin?” diye sordum. “Çinli” deyince birkaç saniye durdum. Bu arada cebinden bir şeyler çıkarıyordu. Baktım, Türkiye’den alınma ehliyet ve bankamatik kartları. Ne iş yaptığını sorunca “Elektronik” dedi. İstanbul ve Ankara arasında gidip geliyormuş. Demek ki Çinli bir firmanın temsilcisi ve Türkiye’de ikamet ediyor. “Bizi Çin’den kovdular” deyince anlamsız bir biçimde ellerini yana doğru açtı, konuşmak istemiyordu.

Biz, Türkiye olarak Çin Devleti rahatsız olur diye Doğu Türkistan davasının yılmaz savunucusu Rabia Kadir’i ülkemize kabul etmiyoruz ama Çinliler istedikleri gibi ve ellerini kollarını sallaya sallaya gelip buralarda gezip tozabiliyor, iş kurabiliyorlar. Piyasalarımız çocuklarımızın oyuncaklarından her türlü ev gerecine kadar Çin malları ile dolu. Elller bize tavır koyuyor, biz onlara kucak açıyoruz. Eller bizi sömürüyor, biz onlara fırsat veriyoruz.

Satırlarımı daha fazla uzatırsam nerede duracağım belli olmaz. Sinema Yönetmeni Nuri Bilge Ceylan gerçekten çok doğru bir söz söylemişti hani, “Güzel ve yalnız ülkem” diye. Türkiye gerçekten güzel ve yalnız ülke… Baksanıza, bırakın Çin’i - maçini, “dost” diyebileceğimiz bir tek sınır komşumuz bile yok. Devletimizi yönetenler de İnşaallah bunun şuuruna varırlar ve daha cesur, daha ağırbaşlı, ayağı yere basan, öngörülü kararlar alıp uygulamaya koyarlar. Konuyu dağıtmayayım ve fincancı katırlarını fazla ürkütmeden yine Çin’e döneyim:

Destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Kür Şad Destanı’nda şöyle diyordu:

“…Genişti Çin ülkesi…

Kırk gün at tepilse mola vermeden

Bir baştan bir başa erişilmez!

Azığı, akçası, ürünü boldur

Fakat pazarlığa girişilmez!

Savaşta bir Türk’e kırk Çinli düşer,

Teke tek vuruşulmaz!

Tanrı ta ezelden DÜŞMAN YARATMIŞ

BARIŞILMAZ!..”

Çin keferesi ile barışılmaz ama baş edilemez değil. Göründüğüne bakmayın; O, gölgesinden bile korkan bir “dev”den başka bir şey değil. Baksanıza, Türkiye’den gelen ve her biri 60 yaşın üzerinde olan 15 – 20 kişiden korktu ve sınır dışı ediverdi. Atsız Koca doğru söylemiş, uçsuz bucaksız Çin toprakları üzerinde hâlâ Kür Şad’ın ruhu dolaşıyor ve o türkünün sedaları yükseliyor:

“Delinse yer; çökse gök; yansa, kül olsa dört yan

Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.

Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan;

Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.”