Peygamber döneminden sonra İslam dünyası hep despot, baskıcı, zalim idareciler tarafından yönetilmiştir. Bu yönetim tarzını meşrulaştırmak için ya kader gerekçesine sığınılmış, yahut hadisler uydurularak toplumun boyun eğmesi sağlanmıştır.

Kader meselesi şu şekilde istismar edilmiştir: Kader, Allah'tan olduğuna göre bize bu görevin tevdi edilmesi de Allah'ın bir takdiridir, dolayısıyla bizim hükümranlığımıza karşı çıkmak aslında Allah'ın takdirine karşı çıkmaktır. Bu sakat kader anlayışı asırlarca İslam dünyasının diktatörler tarafından yönetilmesine sebep olmuştur. Oysa Allah doğru yolu göstermiş, insanı özgür bırakmıştır. Hesaba çekilmenin birinci şartı özgür olmaktır. Kendi fiillerinde özgür olmayandan hesap sorulması Allah'ın adaletine aykırıdır. İnsanlar da, toplumlar da kendi kaderlerini kendileri çizerler.

Hadis uydurukçuluğu için ise sadece şu örneği vermek kafidir: Sultanlar yeryüzünde Allah'ın gölgesidir.

Böyle olunca da onların tasarruflarına karşı çıkmak mümkün olmamaktadır. Hiç bir toplumda din İslam dünyasındaki kadar istismar edilmemiş, amacı dışında kullanılmamıştır.

Bugün hala birçok İslam ülkesinin aynı mantıkla yönetilmesinin arkasında Emevilerden tevarüs eden bu sakat din anlayışı yatmaktadır.İktidarlarını kalıcı hale getirmek isteyen her yönetim, saltanatını bir inanç meselesi haline getirerek toplumsal tepkilerin önünü kesmiştir. Bir şey inanç meselesi haline gelince, artık onu tartışmak, eleştirmek, beğenmemek mümkün olmamakta, alternatif arayışlara gerek kalmamaktadır.

İslam dünyasının yönetim anlamında bir değişim yaşayamamasının sebeplerinden biri budur, istisnası Türkiye'dir.

Kuran herhangi bir yönetim biçimi vaaz etmemiş, onu toplumların alışkanlıklarına, kültürlerine, sosyolojik yapılarına bırakmıştır. Bunu yaparken de adalet,şura,ehliyet gibi ölçüler getirmiştir. Günümüzde şura, bir çok İslam alimine göre bir grup seçkine danışma değil, topyekün millete danışma bir başka ifadeyle halkı yönetime dahil etme olarak anlaşılmaktadır. Hz.Peygamber, Uhut savaşına çıkarken sadece seçkin sahabilerine danışmamış, savaşa gidecek herkese danışmıştır.Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer dönemlerinde yönetim üzerinde ciddi bir halk denetimi vardır. Herkes Halifenin davranışlarını tarassut edebilmekte, icabında sorguya çekebilmektedir. Sonraki yıllarda bu anlayışın yerini sorgulanamaz halife ve yönetimler almış,hiç bir eleştiriye müsamaha gösterilmemiş,çoğulcu bir İslam toplumu ve kültürü oluşmamıştır.

Cumhuriyet, halkı yönetime dahil eden, kendini yönetenlerden hesap sorabilme imkanını veren bir rejimdir.Bir tarafta din kisvesi altında hesap sorulamayan, eleştirilemeyen, her davranışı meşru kabul edilen, halkın söz hakkının hiç olmadığı rejimler, öbür tarafta yöneticilerini halkın seçtiği, icabında hesap sorduğu, başarılı olamayanları değiştirdiği rejimler. Hangisi İslam'a daha uygun acaba?

Bu gerçeğe rağmen İslam dünyası Tiranları, despotları, tek adam yönetimlerini tartışmak yerine daha çok demokrasiyi, Cumhuriyeti tartışmıştır. Halbuki doğru olan halka zalimi alaşağı eden imkanlar sunan yönetim biçimlerini değil, halkı köleleştiren, boyunduruk altına alarak susturan rejimlerin tartışılmasıydı. İslam'ın -şura, adalet ve ehliyet- menşurundan bakıldığında ona en uygun olan yönetim tarzı halk tarafından denetlenen dolayısıyla halkın yönetime katıldığı rejimlerdir. Ne yazık ki, bu ülkede de Emevi düşüncesinin kalıntıları, daha çok Cumhuriyeti tartışmış, ondan değil, yönetenlerden kaynaklanan kimi yanlışları Cumhuriyete mal ederek karşı tavır almışlardır. Bunda Cumhuriyetin içini -din karşıtı- unsurlarla doldurmaya çalışan, İslam karşıtlığını Cumhuriyet üzerinden yürüten çevrelerin de büyük etkisi olmuştur. Cumhuriyet halk yönetimidir, rengini o ülkenin halkından alır. Dolayısıyla ona en çok sahip çıkması gerekenler de aslında Müslümanlardır.