Haydi, bu gün size masal anlatayım. Bizim çocukluğumuzda yaşadıklarımız şimdilere masal geliyor.

Dün kuşlara yem verirken yine köyüme ve çocukluğuma yolculuk vardı. Hafızamızda yer edenler ortaya çıkmak için bir bahane arıyorlar sanki.

Şimdi nereden bağ kurdunuz kuşlarla değirmeni diyeceksiniz. Anlatacağım.

Yörük ve dağ köylerinde her nimeti sonuna kadar kullanır tek bir çöpü dahi araya verip ziyan etmezler.

Zordur dağ köylerinde yaşam, ondandır belki her şeyin değerini bilmeleri.

Çocukluğumun susuzluğunu ve ateşin kıymetini anlatmıştım daha önce.

Şimdi de köylümün en önemli besin kaynağı, nimeti ekmeği anlatayım kelimelere sığdığı kadar.

Köyler dağlık olduğu için arazisi ve ekilen biçilen yerler de azdır. Bir yıl ekilir, diğer yılda boş (gen) kalırdı. Böylece hasatta iyiden kıymetli olurdu.

Öküzle çift koşulur, orak, kalıçla(galıç) da biçilirken, parmaklar kesilmesin diye ağaçtan ellikler eldiven gibi giyilirdi.

Desteler şelek olur(Biçilen ekin desteleri sırtta taşıyacak kadar kuşak denilen özel dokuma iplere dizilir sırta yüklenir buna da şelek derdik), şelek harmana taşınırken ve ekin biçilirken yere dökülen başakları da tek tek toplardık. Başak edilirdi.

Yerinde de karınca, kuş yesin diye payları bırakılırdı.

Harman da düvenle sürülür, yabalarla buğday samandan rüzgâr gücü ile savrularak ayrılırdı.

Daha sonra PATOZ MAKİNESİ çıktı yük hafifledi harman yerinde.

Harman yerinde gözerlerden geçirilir, elenir buğdaylar el dokuması çuvallara konup, eşek veya atlarla taşınırdı evlere.

Elenirken saplı kalan yerleri ayrıca konur onlar hayvanların yemine ayrılırdı.

Topraklı olanlar da tavukların hakkı idi.

Tek bir buğday tanesi bile çöp olmazdı yani.

Kışlıklar, arpa, buğday, yulaf(şifan) vs. hepsi ayrı bir özenle hazırlanır, ambar veya ahırdaki yerlerini alırdı.

Bulgular, yarmalar, tahranalar, dövmeler yazdan kışa kendi usulünce hazırlanır ve torbalara çuvallara konup, evdeki yerlerini alıp kışın hazırlığı yapılırdı.

En önemli unsur ise ekmek tabi ki.

Eee gelelim gâri un işine,

Un için illa ki değirmen gerekir, köyün çoğunda değirmen olmadığı için olan yerlere eşek veya at sırtında denkler kurar üç, beş kişi geceden yola düşülürdü.

Rahmetli nenemle ve değirmen işi olanlara karanlıkta yola düşer, tiren yolunu geçer çoğunlukla Bolat(Bolahat) köyündeki veya yakın neresi varsa değirmene giderdik. Bizim köye göre daha gelişmişti Bolat köyü.

Bizim evde de çocuklukla bu iş bana düşerdi. Her aile ferdinin görevleri, sorumlulukları ve yaşamı paylaşımı vardı.

Beni de eşeğimizin sırtına bindirirlerdi. Eşek yorulunca iner yürürdüm.

Çocuğum, sekiz bilemedim on yaşlarındayım gece yedi, sekiz belki on kilometre yol giderdik.

Beni genelde ortaya alırlardı. Sıra, sıra eşek, at patika yoldan değirmene varırdık.

Çakalların, tilkilerin ve diğer hayvanların sesi nal seslerine karışırdı.

Şimdi itiraf ediyorum ara sıra korkardım.

Yol kenarındaki çalılar karanlıkta bana yabani hayvan gibi gelirdi.

En korktuğum şeyde eşeğin yükünün yıkılması ve geride kalmaktı.

Bir keresinde en arkaya kalmışım nasılsa artık, bizim eşek yola belki de taşıdığı yükün ağırlığından veya ayağı taşa takıldığından yıkılmıştı. Karanlık, en arkada, eşek de yıkıldı, benim halimi varın siz hayal edin.

Bir yandan ağlıyorum, bir yandan öndekilere seslenmeye, bağırmaya çalışıyorum. Sesim zor çıkıyor, zorla duyurdum da rahmetli Kadir emmi eşeğimi yeniden yüklemişti de yola koyulmuştuk.

Nenemim dolayısı ile de benim akrabalarım vardı, Bolat köyünde genelde bir gece orada misafir olurduk.

Bu köyün iklimi tamamen bizim köyden farklı olduğundan hevesle giderdim.

Haa portakal ağaçlarını ilk bu köyde görmüştüm.

Bizim köyde su olmadığı için su değirmenine hayran kalmıştım.

Bir tarafta akan suya hasret büyüyen bir çocuk, diğer yanda suyun gücüyle nimette dönen un olan buğday.

Kurulu düzenekten suyun değirmene akışını seyretmenin keyfi ve hayranlığı hala içimde duruyor.

En doğal ve ilkel bir düzenek ile koca koca taşların çevrilişine akıl erdiremezdim. Çarkların işleyişine bakakalırdım hayran, hayran.

Tabi kinetik enerjiden haberim yoktu.

O zamanlardan yenilenebilir enerjiyi kullanıyorlardı da bilemiyordum tabi.

O değirmenlerden az da olsa kalmış. O değirmenlerin unundan yapılan ekmeklerin tadı da unutuldu gitti zaten

Tabi o zamanlar dağ köylerinde elektrik de yoktu.

Kocaman çembere düzenekten İlkel tahtadan yapılmış kova gibi bölümlerden dökülen sular koca koca taşları çevirirken, tahtadan yapılmış konik dörtgen şeklindeki bölüme çuvalları boşaltıp alttaki oluktan akan unun altına çuvalı tutup unu doldurulurdu.

Ha burada da bir tahta tekne vardı ki un yere düşmesin diye oluğun önüne yerleştirmişti.

Nenem unun ince öğütsünler diye tembih ederdi. Ayarını ona göre verdirirdi.

*

Eve un gelince anamın yüzü gülerdi. Çünkü ekmek olunca yokluk girmezdi köy evlerine. Becerikli kadındır anam, un olunca dert olmaz der. İlla önümüze koyacak bir şey bulur, buluştururdu.

Her şeyden önce evde un ekmek olması gerekirdi bizim köyde.

Ekmek, genelde bakır leğenlerde yoğrulan hamurlar yufka yapılarak ekmeklikteki yerini alır ve tane, tane sofra bezinin içine sulanarak sofraya padişah olurdu.

Sofraya dökülen ufaklar ayak değmeyen bir yere çırpılır, tavuklara ve kuşlara yem olurdu.

İşte kuşlara yem olarak aldığım bulguru tabağa dökerken bunlar geldi aklıma.

Çok dahası varda siz okumaya sıkılırsınız diye özet geçtim.

Şimdi torba, torba çöp kutusu kenarındaki ekmek yığınlarını görünce içim sızlıyor.

Nasıl yetiştiği bilinmediğinden, kıymeti de olmuyor demek ki.

Yokluğu bilinmeyen şeyin değeri de ucuz oluyor.

Şimdi dükkânlarda torba parayla diye iplerde asılmış torbalar görüyoruz.

Buğday kolay mı yetişiyor da ekmeği çöpe dolduruyorsunuz?