Milli Eğitim Bakanlığı’nın talimatı ile Milli Eğitim Müdürlükleri ile Müftülükler arasında protokol imzalanarak 4 – 6 yaş grubundaki Ana Sınıfı öğrencilerine dini bilgiler verilmesi kararlaştırılmış. İmzalanan bu protokol çerçevesinde verilen sözde din eğitimlerinin ilk “meyveleri” de alınmaya başlandı. Yalova ve Bolu’dan gelen haberler hiç de iç açıcı değil. Okuldan kendisini almaya gelen halasının elini tutmayan, onu kucaklamayan 4 – 5 yaşındaki erkek çocuk ve çocuğun okula gelen babası ile “namahrem” olduğu gerekçesi ile görüşmediği iddia edilen Müftülük görevlisi sözde din eğitmeni! Projenin adı “Dinimi Seviyorum, Öğreniyorum.” Çok güzel, elbette buna diyecek sözümüz yok. Hedefler de şöyle belirlenmiş:

*İslam dininin değerlerini, kendi seviyelerinde insan hayatına anlam kazandıran unsurlardan biri olarak fark etmelerini sağlamak.

*Kendi seviyesine uygun olarak Allah’ı sevgi temelinde tanımalarını ve yaratılıştaki düzen fark etmelerini sağlamak.

*Değerler eğitimi kapsamında Hz. Muhammed’in hayatından örnekler sunarak model almalarını sağlamak.

*Sağlıklı bir din ve ahlâk gelişimi göstermelerine yardımcı olmak.”

Tamam, bu da güzel… Peki, bu hedefleri kim nasıl gerçekleştirecek? Bu iş piyasada mantar biter gibi biten din cahili vakıf ve dergâhlara bırakılamaz. Müftülüklerle yapılan protokolün, bu konuda daha önce yapılan bazı yanlış bağlantılardan dönüldüğü anlamına geldiğine inanmak istiyorum, Yalnız, müftülüklerde ya da her müftülükte bu donanımda yeterli görevli olduğunu da sanmıyorum. Nitekim ilk uygulamalarda yaşananlar bu konuda ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyor.

Göreve atandığı sırada şöyle veya böyle, “İlk defa bir eğitimci Milli Eğitim Bakanı oluyor” diye sağdan, soldan, aşağıdan, yukarıdan, milliyetçisinden komünistine kadar herkesten destek gören ve 16 – 17 yıllık AKP döneminde yap-boza dönen Milli Eğitim için adeta bir umut ışığı olarak görülen Prof. Dr. Ziya Selçuk öyle anlaşılıyor ki Milli Eğitim’i tamamen Arapsaçına çevirecek ve artık içinden çıkılmaz bir hal alacak. Zaten yine bir Profesör olan Nabi Avcı’nın, Bakanlıktan ayrıldıktan sonra, “Milli Eğitimin içine ettik, elli senede düzelmez” dediği söyleniyordu. Anlaşılan o ki, bu gidişle o elli seneye bir elli sene daha eklenecek. Bu da geleceğimizin tamamen kararacağına işarettir.

Gelelim gündemdeki meseleye…

Öncelikle şunu belirteyim ki anasınıfı çocuklarına dinimizden bir şeyler öğretilmesine karşı değilim. Karşı olduğum hususlar uygulanan metot ve uygulayıcılar üzerindeki endişelerimdir. Müftülüklerde görevli erkek ve kadın din görevlileri ya da eğitmenleri pedagojik formasyon almışlar mıdır ki ana sınıfındaki çocuklara dini eğitim verecekler? Bu birİkincisi, Diyanet ya da Müftülükler bu eğitimi camilerdeki vaazlarında, “Parfüm sıkarak sokağa çıkan bir kadın kaç erkeğin önünden geçerse hepsi ile de zina etmiş sayılır” diyen, çocuk taciz ve tecavüzlerinin artması üzerine, “O işi yapanlar kabahatli ama asıl suç çocuklarını öyle sokağa salan ailelerindir, hepimiz nefis taşıyoruz” diye ilave eden ve “Demokrasi küfürdür” diyerek noktayı koyan görevlileri ile mi verecek? O görevliler öncelikle ağızlarından çıkanı kulaklarının duyup duymadığını kontrol ettirsinler, sonra neyi nerede söyleyeceklerini, kime nasıl hitap edileceğini öğrensinler. Daha doğrusu, Diyanet İşleri Başkanlığı ve o kuruma bağlı Müftülükler kendi mensuplarına önce bunları öğretsinler de görelim. Ki o görevliler, günde beş vakit camiye gelen cemaatlerine her gün kırk elli defa okudukları Fatiha Suresi’nin özünü, anlamını bile özümsetemedikleri için, “Ancak Allah’a kulluk/ibadet eder ve ancak O’ndan yardım dilerim”in sırrına eremeyen insanlar birtakım din tüccarlarının peşine takılıp yardımı/şefaati onlardan bekliyorlar. Aralık 2019 ortalarında çıkan ve kamuoyunda “Tabure Fetvası” olarak yankılanan Diyanet buyruğu da işin özü yerine teferruatlarla uğraşıldığının tipik bir delili olmuştur. Üçüncüsü, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kendi öğretmenleri ne güne duruyor? Konu ile ilgili olarak belirlenen hedefler çocukların kendi öğretmenleri tarafından gerçekleştirilebilir. Bildiğim kadarı ile Ana Okullarında zaten Din Bilgisi öğretmenleri var. Yoksa da bulundurulmalı ve kontrollü eğitim sağlanmalıdır. Torunlarımın gittiği ve herhangi bir cemaate ait olmayan Ana Okulu’nda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni vardı ve gayet güzel, faydalı bilgiler öğretiyordu.

Prof. Selçuk bir eğitimci olduğuna göre bunları benden ve herkesten daha iyi bilmesi gerekir. Projenin hedefleri belirlenirken “Çocukların kendi seviyesine uygun” vurgusu yapılmasına rağmen ilk uygulamalarda buna uyulmadığı anlaşılmıştır. Bir defa o çocuklara damdan düşer gibi Cennet – Cehennem’i anlatmak, Kıyamet’in kopacağından bahsetmek, kadın eli tutulurdu tutulmazdı demek, “tuvalete giriş çıkış duası” öğretmek dünyanın en abes, en mantıksız, en aykırı yaklaşımıdır. Projeniz ne amaçla ve ne kadar güzel hazırlanırsa hazırlansın önemli olan uygulama ve uygulayıcılardır. İnsanları dinden soğutmak, ateist ya da deist nesiller yetiştirmek için bundan daha etkili bir uygulama olamaz. O yaştaki çocuklara öncelikle verilmesi gereken güzel ahlâktır, çevre bilincidir, teferruatta boğulmak yerine dinimizin insana verdiği değeri, kul ve komşuluk haklarını, Allah’ın verdiği bunca nimete şükretmeyi, arkadaşlarıyla iyi geçinmeyi, küçükleri sevip büyükleri saymayı öğretmek ve milli şuurun oluşmasına katkı sağlamaktır. Milli Eğitim böyle bir işe niyetlenmiş ise sınırlarını da çizmeli ve bunu mutlaka psikolog, pedagog, öğretmen ve ehil din adamlarından oluşan karar vericiler eliyle yapmalıydı. Bu işin can alıcı noktalarından biri budur.

Diğer yönüne gelince…

Yaşanan o kötü örnekte olduğu gibi 4 – 5 yaşındaki çocuğun kendi öz halasına “namahrem” gözüyle bakması zaten Kur’an-ı Kerim’in hükmüne de örfe de aykırıdır. Her şeyden önce o çocuk buluğ çağına erişmemiştir ve dinen “sabi” hükmündedir, bu bir… Kaldı ki belli bir yaşa gelmiş olsa bile halası, teyzesi ve benzer yakınları ona “namahrem” değildir. Bu iş için görevlendirilmiş olan kişiler eğitmen mi uzman mı her ne ise herhalde bunları bilmeyen birileri olamayacağına göre pedagojiden habersiz olup çocuklara neyi nasıl anlatacağını bilememektedirler. Mesela ana sınıfı öğrencilerine tuvalete girerken okunacak bir dua ezberletmeyi bırakın, böyle bir konudan bahsetmek bile cehalet örneğidir. Şimdi 40 yaşını geçmiş olan oğlum yıllar önce anasınıfına giderken gazetelerin birinde “Falan tarihte Kıyamet kopacakmış” diye bir haber çıkmıştı. Bunu duyunca gözlerinden yaşlar damlayıp “Ama ben daha küçüğüm” dediğini hiç unutamıyorum. Çocuk edebiyatında kalem oynatmak nasıl ip üstünde yürümek gibi dikkat gerektiren bir iş ise, küçücük yavrulara dini bilgiler vermenin dozunu ayarlamak ondan daha hassas bir ölçü, bir dikkat, bir duyarlılık gerektirir.

Yanlış yanlış üstüne geliyor… Piyasadaki falan cemaat ya da şeyh bozuntularından geçtim de Diyanet görevlileri ve pek çok ilahiyatçı bile kadınlarla erkekler arasına aşılmaz perdeler koyup duvarlar örüyorlar. Ben de onlara soruyorum: Ebu Hureyre’den sonra hemen hemen en çok Hadis rivayet eden Hz. Ayşe değil mi? Öyle ki, bildiğim kadarıyla Haz. Ayşe’nin 2210 Hadis rivayet ettiği kayda geçirilmiş. Hz. Ayşe bu Hadis-i Şerifleri herhalde yalnızca kadınlara aktarmadı. Öyle olsa idi Arabistan’daki anlayışa göre zaten hiçbirisi gün yüzüne çıkıp kayda geçirilemez ya da o Hadis-i Şerifleri Hz. Ayşe’den nakleden pek çok kadın rivayetçi olurdu. Kaldı ki Hz. Ayşe, Peygamberimiz ordusuyla birlikte sefere çıktığında yanında bulunmuştur. Buna ve Hadis rivayetlerini kimlere yaptığına dair bir cevabınız olacak mı?

Medine döneminde pek çok kadın Peygamberimizin huzuruna çıkarak sorular sorup dertlerini dile getirerek cevap almış, öğütlerini dinlemişlerdir. İşte, muteber İslami kaynaklardan birkaç örnek:

“Ey Aişe! Allah, kullarına lütuf ile karşılık verici olup her işte yumuşak davranılmasını ister.”

“Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Cebrail bana, devamlı olarak komşu haklarına uyulmasını tavsiye ediyordu da, komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım!”

Fatıma binti Kays şöyle dedi: “Nebi Sallallahu aleyhi ve selleme geldim ve ‘Ebu Cehm ve Ebu Süfyan beni istiyorlar, ne dersiniz’ dedim. Bunun üzerine Resulullah, ‘Muaviye malı olmayan fakirin biridir. Ebu’l Cehm ise sopasını omuzundan indirmez (kadınları döver) buyurdu.”

Hemen anlaşılacağı gibi Hz. Ayşe’den rivayet edilen bu Hadis-i Şeriflerde “Din eğitmeni” sıfatı ile anaokullarına gönderilen kişilerin alacakları dersler de vardır. “Yumuşak davranmak”, “Komşu ya da insan haklarına saygı”, “Fakirliğin yerilmemesi” ve “Dayakçılığın kötülüğü…”

Bunlardan habersiz bir din görevlisi ya da eğitmeni olamayacağına göre neyin nerede söyleneceği ve kimlere nasıl anlatılacağının bilinmesi önem kazanıyor. Türkiye’de yaklaşık 23 bin okul öncesi eğitim kurumu ve bu kurumlarda eğitim alan bir milyonu aşkın çocuk bulunduğuna göre yaşanan bu olumsuz örnekler dikkate alınarak bir an önce hatadan dönülmelidir.

Proje hedeflerinin herhangi bir vakfın insafına bırakılamayacağı açık ve net olarak ortadadır. Yukarıda verdiğim örneklerden de açıkça anlaşılacağı üzere Müftülüklerde de bu donanıma sahip yeterince görevli yoktur. O yaştaki çocuklara ancak kendi öğretmenleri faydalı olabilir. Düzenleme buna göre yapılmalı, dini ve ahlâki bilgileri kendi öğretmenlerinden öğrenmelidirler. Değilse çocukların kendi öğretmenlerine bile güvenleri kalmaz ki o zaman eğitim ve öğretimin iyice felç olacağı açıktır. Benden söylemesi!