Haber Erk’te yazdığım yazılardan ikincisinin başlığı, “Dinimizi Fısıltı Hocaları’ndan Değil, Asıl Kaynağından Öğrenelim” idi. “Fısıltı Hocaları” derken eskiden beri var olan ama iklimi müsait bulan bitkiler misali son zamanlarda yeşererek bir anda ayrık otu gibi ortalığı sarıveren grupları kastetmiş, onların halk arasına yayılan temsilcilerine ve hurafenin yayıldığına işaret etmiştim. Tarikat, cemaat, grup gibi adlarla anılan o oluşumların başında bulunanların dinimize, Allah’ın hükümlerine aykırı davranışlarını ise daha sonraki yazılarımda ayet ve hadislere dayanarak anlatmıştım. Bu konu öylesine derindi ki, birkaç yazı ile anlatılacak gibi değildi. Konuyu, Türkiye’nin çözüme kavuşturması gereken en önemli meselelerden biri olarak gördüğüm için bir bakıma tekrar başa dönüyorum.

Cenab-ı Allah, A’l-i İmran Suresi 77. Ayette şöyle buyuruyor: “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır.”

İşte boy boy videolar yayınlanıyor, o grupların içine girip çıkanların anlattıklarına şahit oluyoruz. “Şeyh” dediklerinin, her hareketinde, her söylediğinde bir keramet umdukları kişinin elini eteğini öpenler, onun geçtiği yola yüz sürenler, elini yüzünü, hatta -affedersiniz- salyasını – sümüğünü sildiği mendili, peçeteyi adeta yalayıp yutanlar, “Senin kulunum, köpeğinim” anlamında hareketlerle yerlerde sürünüp köpek gibi havlayarak önünde yırtınanlar, elini öperken aynı zamanda para sıkıştıranlar… Bunları yazarken gerçekten iğreniyor ve sesleniyor, haykırıyorum:

Ey zavallı, saf Müslüman kardeşlerim!

Mademki Kur’an meallerini ve hurafe karışmamış muteber kaynakları açıp okumuyorsunuz, hiç değilse yukarıya aldığım Ayet-i Kerime’yi anlayıp düşünmek için okuyun. Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de devamlı olarak “Akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz, düşünüp öğüt almıyor musunuz?” diye sorup duruyor. Bari bunu düşünün. O, “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar” var ya, işte onlar sizin Allah’ı bırakıp da tapınıp durduklarınız. Artık günümüzde büyük ölçüde foyaları ve boyaları ortaya çıkan bu kişiler din tefecileridirler. Allah’a verdikleri söz, din adına, hak ve hakikat yoluna davettir, irşattır. Ancak geldikleri noktada müritlerini kulları gibi görmekte, onları maddi ve manevi yönden sömürmektedirler. Devlette yüksek bürokrat olmayan, atadan babadan kalma servetleri bulunmayan bu insanlar nasıl oluyor da Mersedeslere binebiliyor, kasalarında tomar tomar para bulunabiliyor, havuzlu villalarda oturup denizlerde yatlarla gezip jet ski sefası sürebiliyorlar? Ayette buyurulmuş olan “Allah’a verilen sözün az bir paraya satılması” bu değil de nedir? Bunları niye düşünmüyorsunuz?

Yine soruyorum: Müslüman isek Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanıyoruz demektir. Hz. Muhammed Allah’ın Peygamberi olduğuna göre bir düşünün bakalım; O’na inanan ve Halifesi olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer sahabeler Peygamber Efendimize kul – köle olup elini eteğini öpmüşler midir? Geçtiği yolları yalamışlar, köpeği gibi havlayıp durmuşlar mıdır? Dört Halife’nin, daha sonra gelen İslam âlimlerinin, Mezhep İmamları olan Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik ve İmam Hanbeli için böyle bir şey duyuldu mu, yazıldı mı?

Ve işte, can alıcı bir soru daha: Türkiyemizdeki tarikatlar genellikle Nakşibendiliğin kolları. Kendi aralarında kavgaya varan bir rekabet olduğunu da biliyorum. Peki, bu kolların “lider”,“önder”, “şeyh”leri başta olmak üzere bütün müntesipleri, mensupları, müritleri acaba Bahaeddin Nakşibendi Hazretlerinin nasıl mütevazı bir hayat yaşadığını biliyorlar mı? O’nun yaşadığı diyarlar olan Taşkent, Semerkand, Buhara ve çevresini gezip türbesini bizzat ziyaret eden biri olarak, yayınlamış olduğum Modern Seyahatname isimli kitabımda kendisi hakkında yazdıklarımı buraya alırsam belki tanımalarına vesile olur:

“…Sonraki durağımız, İslam dünyasında ve özellikle Türkiye’de pek çok müridi bulunan Bahaeddin Nakşibend’in türbesi oldu. Özbekistan’da hüküm süren Çağatay Hanedanı ve Timurlular devrinde Buhara ve çevresinde yaşayıp Nakşibendiyye Tarikatı’nı kuran Bahaeddin Nakşibend, Hz. Ebubekir’le başlatılan “Altın Silsile”nin en önemli simalarından biri idi ve Orta Asya dini hayatında oldukça etkili olmuş, başta Uluğ Bey olmak üzere devlet adamları da O’ndan etkilenmişlerdi. “Elin kârda, gönlün Yâr’da” (Elin işte, gönlün Allah’ta olsun) diyen Nakşibend Hazretleri’nin doğum yeri olan Kasrıârifan’daki türbesi son yıllarda Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un başlattığı restorasyon çalışmaları sonunda adeta yenilenmiş ve çevre düzenlemesi yapılmış. Bahaeddin Nakşibend’in türbesi alışılagelmiş türbelerden farklı ve üstü açık. Bu durum, kendisinin açık havada yatıp uyumayı sevmesine bağlanıyor.”

İşte bu… Şimdilerde tarikat mensubu olduklarını söyleyenler gibi sarık sarıp cübbe giyerek miskin miskin dolaşıp ahkâm kesmek yok; “Elin kârda, gönlün Yâr’da” yani elin işte, gönlün Allah’ta olacak; çalışacaksın. Mütevazı olacak, hava atmayacak, “itibardan tasarruf olmaz” diye masal uydurmayacaksın. Bahaaddin Nakşibend Hazretleri’nin yaşayışı gibi türbesi sade ve üstü de açık ama “temsilcisi olduğu” iddiasında bulunanlar ekmek elden su gölden misali süper lüks bir hayat sürüp köşklerde, havuzlu villalarda yaşıyorlar. O halde şirke varan bu davranışlar nedir, ne oluyor bize?

İyi niyetle bir tarikata giren/girmek isteyen kişi her şeyden önce Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’yi öğrenmeli, O’nun gönderdiği ihlaslı, art niyetsiz alperenlerin Anadolu’da oynadıkları rolü bilmeli, Hacıbektaş Hazretleri’nin “Eline, beline, diline sahip ol” düsturunu özümsemeli, günümüzün bir elleri yağda bir elleri balda israf ve şirk bataklığına dalmış “şeyhleri” ile onları kıyaslamalı ve “dergâha” girdikten sonra da Yunus Emre misali dosdoğru bir mürit olup olamayacağını tartarak kararını vermelidir.

Kimse bu sözlerimi başka yerlere çekmesin, dayanağım elbette Kur’an-ı Kerim’dir. Cevap olarak Kehf Suresi 110. Ayet yeterlidir sanıyorum:

“(Ey Muhammed!) Sonuç olarak şunu söyle: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım… Sizden farkım; ilâhınızın ancak tek bir ilâh olduğunun bana vahyedilmiş olmasıdır. Artık her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak koşmayıp iyi ve yararlı işler yapsın.”

Şeyhlere, şıhlara vahyedilen bir şey yok. Allah’a olan kulluk vazifesini yerine getirebilmemiz için de aracılara hiç ihtiyaç yok. Yanlış yolda isek ve Allah yoluna dönmemize vesile olan birileri olmuşsa ya da olursa “Allah razı olsun” der, saygı ve hürmetimizi gösteririz ama asla ona kul/köle olmayız. Cenab-ı Allah, “Âlemlere rahmet olarak gönderdiği” (Enbiya, 107) Peygamberine bile vermediği yargılama, korkutma, hesaba çekme yetkisini hele hele günümüzde olduğu gibi siyasete ve ticarete bulaşan hiç kimseye vermez: “(Ya Muhammed!) Sana düşen sadece tebliğ etmek, bize düşen de hesaba çekmektir.”(Rad, 40)

Onun içindir ki zayıflığımızdan, bilgisizliğimizden faydalanarak bizi Allah’la aldatıp kendilerine bende yapanlardan uzak duralım ve ibadetlerimizi hiç kimseye ortak koşmadan okuyup öğrenelim. İyilik yapmamıza, dinimizi öğrenmemize vesile olanlara olan borcumuz iki kelimeden ibarettir: “Allah razı olsun!” Zaten o kişi bundan fazlasını talep ediyorsa tefecilik yapıyor demektir ve günahtır.

Gelecek Yazı: Din Görevlilerinin Genel Kültürle İmtihanı