Dünyada ve Türkiye’de en önemli gündem maddesi Korona Virüs konusu olduğuna göre biz de zaman zaman bu konuda yazıyor, haliyle sosyal medyada da paylaşımlar yapıyoruz. Tabiatım ve hayat tecrübem gereği hiçbir kişi ve kuruma hakaret etmem ancak eleştirme hakkımı kullanırım. Doğru olana “doğru”, yanlış olana da “yanlış” demek, diyebilmek gerekir. Yoksa olup biten her şeyi toz-pembe görüp “Aman ne iyi, ne güzel” diye geçiştirmenin zararından başka ne faydası olabilir ki?

Bununla birlikte yazı ve paylaşımlarımda daha çok eleştirilere yer verdiğim doğrudur. Bunda “Yandaş/Candaş” ya da “Havuz Medyası” tabir edilen basın – yayın kuruluşlarının al gülüm ver gülüm havasındaki yayınlarının rolü de olabilir. Çünkü bazen öyle allayıp pullama yapıyorlar ki “Acaba onlar başka, biz başka bir dünyada mı yaşıyoruz” demekten kendimizi alamıyoruz.

Eleştirel tarzda yazmamın sebeplerinden biri de unutulan gazeteciliği hatırlatma kaygımdır. Çünkü gerçek basın ve gerçek gazeteci objektif olmak, yanlışa yanlış, doğruya doğru demek, diyebilmek, zorundadır. Basın, gerektiğinde yönetimleri ve kurumları siygaya çekebilmeli, halkın sesi olmalıdır. Onun içindir ki basın, geçmişte Yargı, Yasama ve Yürütme’den sonra “Dördüncü Kuvvet” olarak anılmıştır. Tek ses tek nefes olan basın – yayın kuruluşları ise bu özelliklerini kaybedip menfaatlerine esir, siyasete köle olmuş demektir.

Dünyayı ve haliyle Türkiyemizi saran virüs felaketi ile ilgili sonuçlar açıklandıkça, hasta ve ölü sayısı arttıkça tedbirler de peş peşe gelmeye başladı. En son, 10 Nisan 2020 Cuma gecesi saat 22.00 sularında İçişleri Bakanı Sayın Soylu tarafından bir açıklama yapılarak o gece saat 24.00’te başlayıp 12 Nisan 2020 Pazar gecesi bitmesi planlanan bir “Sokağa Çıkma Yasağı” ilan edilmişti. Ani alınıp uygulamaya konan bu karar karşısında hazırlıksız yakalanan kalabalıklar sokağa çıkarak marketlere, fırınlara hücum edince bu manzara büyük ölçüde tepki çekmiş, dolayısıyla alınan tedbirlerin boşa gideceği ifade edilmişti. Bu konudaki endişelerin haklı sebeplerinden biri de, virüsün Türkiye’deki ilk kuluçka döneminin 12 Nisan’da biteceğinin bilinmesi, ona göre de bir yol haritası belirlenecek olması idi. Bu konuda, “Bir çuval incirin berbat edildiği” gibi farklı yorumların yapıldığı herkesin malumudur. Ben de mesela şöyle bir paylaşım yapmıştım:

“Bir konu da şu: Madem Türkiye'deki kuluçka dönemi 12 Nisan'da bitiyor ve tedbirler ona göre belirlenecekti; o halde ne diye iki gün daha beklenmedi de sokağa çıkma yasağı ilan edilip millet telaşa sokuldu? Şimdi başa dönülürse ne olacak? Yazık değil mi bunca emeğe?”

O gece yaşanan manzara dış dünyada da hayret ve şaşkınlıkla karşılanmış, Türkiyemize laf yetiştirmek için fırsat kollayanlara malzeme verilmişti. Sokağa çıkma yasağı uzmanların ve bu konunun ciddiyetini bilen herkesin beklentisi idi ama kararın alınış ve uygulanış biçimi, zamanı tepki çekmişti.

Yurdun çeşitli yerlerinden gelen o görüntüler servis edildiğinde baştan beri söylenegelen “Sosyal mesafe” kavramını geçtik de saç saça baş başa kavgaları görmek gerçekten üzücü idi. İşin doğrusu, insanlar adeta gafil avlanmış, aceleye getirilip ansızın açıklanan kararı duyunca sokağa fırlamışlardı.

İçişleri Bakanı Soylu, neden böyle yapıldığını gerekçelendirirken, “İtalya ve benzeri ülkelerde önceden ilan edildiğinde marketlerin, çarşı ve pazarların yağmalandığını, o duruma düşülmek istenmediğini” söylüyordu.

O manzaraları gördükten sonra ben de şöyle bir paylaşım yapmıştım:

“Gerçekten anlaşılır gibi değil. İki saat önce açıkla, milleti sokağa dök sonra da adına "tedbir" de. Olacak iş değil!..”

Bu paylaşımım üzerine çok sevdiğim bir arkadaşım, “Osman Bey bir de şu açıdan baksak” diyerek İçişleri Bakanı’nın verdiği İtalya, İngiltere vb. örnekleri sıralayarak kararın doğru olduğunu savunmuş, ben de cevap vererek kendime göre gerekçelerimi sıralamıştım. Baktım ki iş uzayacak, vazgeçtim. Ancak aklın yolu bir; İçişleri Bakanı da tepkileri haklı bulup “Sorumluluğu üzerime alıyorum, eleştirileri ve hatta hakaretleri de aldım kabul ettim” gibi bir açıklama yaptı, ardından da istifa dilekçesini açıkladı.

İstifası kabul edilmedi ve Sayın Soylu ertesi gün yapılan Kabine toplantısına da katıldı. Toplantının bitiminde Cumhurbaşkanı genişçe bir açıklama yaparak alınan ve alınacak olan tedbirlerle ilgili bilgiler verdi. Ayrıca, 10 Nisan akşamı yaşanan kargaşaya atıfta bulunarak, “Yaşanan kargaşanın tekrar etmemesi için tedbir alacağız” dedi ve 17 Nisan Cuma gecesi başlayıp 19 Nisan Pazar gecesi bitecek olan Sokağa Çıkma Yasağı’nı bir hafta önceden açıkladı. İşte olması gereken bu idi ve doğru olan yapıldı.

Sayın Bakan ve Sayın Cumhurbaşkanı sergilenen yanlışı kabul ediyor ve olması gerekeni yapıyorlardı ama iyi niyetlerinden hiç şüphe etmediğim bazı dostların ısrarlarını sürdürmelerine gerçekten üzüldüm. “Trol” tabir edilen akıllarını kiraya veren peşin hükümlüler için zaten değişen bir şey olmaz. Çelişkili örneklerini hep gördüğümüz gibi, bir önceki hafta yaşanan yanlışı canla başla savunurlar, eleştirenlere söylemediklerini bırakmazlar. Sorumluların yanlıştan dönmeleri üzerine de, yazıp çizdiklerini, ona buna hakaret ettiklerini yok sayıp alkışlamaktan geri kalmazlar. Oysa utanıp geri çekilmeleri gerekmez mi? Onlar geri çekilseler de alkışı bize bıraksalar ama ne çare ki ona da fırsat vermiyorlar!

Basın yayın organlarının gerçek kimliklerine bürünüp “Dördüncü Kuvvet” olarak gerçekleri yazıp göstermeleri şarttır. Bu, hem kamuoyu hem de iktidar mensuplarının hayrınadır. Rahmetli Galip Erdem Ağabey, 1960 yılından başlayarak zamanın önde gelen gazetelerinde yazarlık ve başyazarlık yapmıştı. O, çalıştığı gazetelerdeki ilk yazısına şu cümle ile başlıyordu: “Bu gazetede belki inandıklarımın hepsini yazamayacağım ama inanmadıklarımı asla yazmayacağım!” Öyle de yaptı ve günlük gazetelerdeki yazarlık hayatı uzun sürmedi. Sebebi bu başlangıç cümlesindeki anlayışı idi ve sonucunu da şöyle ifade ediyordu: “Yazdığım gazetelerden birinden ayrıldım, dördünden kovuldum!”

Günümüzde gazetecilik ve yazarlık hayatında bu anlayışın zerresi bile kalmadı. Hasbe’l kader Galip Ağabey’le teşrik-i mesaimiz olmuştu. Onun için doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyi şiar edindik. Dolayısıyla inandıklarımızın hepsini yazamasak da inanmadıklarımızı asla yazmamaya gayret ediyoruz vesselam.