Yoo, dertler şahsıma ait değil; genel, genel… Namık Kemalce ifade edecek olursak, “Bais-i şekvâ bize hüzn-ü umumidir Osman, kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına!”

Türklüğün, Türk Milliyetçiliğinin önderlerinden Gaspıralı İsmail Bey, “Milletine hizmet etmek istiyorsan en iyi bildiğin işten başla” demiş. Ben de özellikle emekli olduktan sonra ve yine Namık Kemalce “Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükümetten” diyerek hasbe’l kader yazılar yazıp kitaplar hazırlayarak milletime hizmet etmeye çalışıyorum. Gelin görün ki bazen karamsarlığa düşerek “Okuyan kim dinleyen kim? Bırak şu yazmayı” dediğim de oluyor ama bunun sebepleri var tabii…

Ortak dertlerimizle, siyasi şaklabanlıklarla, milleti hiçe sayan uygulamalarla, adaletsizlik ve hukuksuzluklarla, lüks, israf ve şatafat bataklığına batanlarla ilgili bir yazı yazıp paylaşınca en ummadığın kişilerden yorumlar yapılıyor ve deniyor ki mesela: “Onların böyle olduğunu hâlâ anlamadınız mı? Boşuna yazıp durma, dinlemezler!” Bre kardeşim, anlamasak zaten yazmazdık. Anlayıp yazmışız ki anlamayanlara anlatalım, duymayanlara duyuralım ve meydanın o kadar da boş olmadığını bilsinler! Onlar belki dinlemezler ama hiç olmazsa üç beş kişiye anlatabiliriz, öyle değil mi? Yazdığımız yazı zaten göz gezdirmek yerine tam olarak okunsa meramımız anlaşılacak ama öyle yapmak yerine başlığına ya da içinden bir cümleye bakılarak hüküm verilebiliyor.

Şimdi yazı masamda bilgisayarımı açtım ve kafamı kurcalayan bin bir türlü konu var. Hepsi önemli, hepsi zaruri de hangisini yazayım ve “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım?” Yazıma önce bu başlığı atmıştım. Eski yazılarımı karıştırırken önceki yazılarımdan birinde de benzer ifadelerle kullandığım bir başlık olduğunu görünce dertlerimin nazını çekmektense başlığı değiştiriverdim ama başlık değiştirmekle dertler bitmiyor tabii…

Türkiye’de uygulanan siyasi anlayışa lanet olsun. Siyasi partiler sanki millete hizmet etmek için değil de birbirleri ile savaşmak için kurulmuşlar. Bir nefret dili, bir ötekileştirme, bir hırs, bir gurur ve kibir ki sormayın. Siyasilerimiz öyle de din adına ortaya çıkanlar ve hatta resmi hüviyeti olanlar farklı mı? Yapılan adaletsizlik ve hukuksuzluklara karşı ses çıkaran var mı?

Şu Doğu Türkistan meselesi… Kanayan bir yara ve sessiz kalındığı için kangren olmuş durumda. Amerika’dan bir ses çıkıyor, bu konuda hassas olduğunu sandıklarımızdan bile “ABD dile getiriyorsa” diye başlayan şüphe cümleleri duyuyoruz. Be kardeşim, senin dertli olduğun ve sesin cılız çıktığı için dünya kamuoyuna duyuramadığın, duyurmaya çalışsan bile dinletemediğin bir konuyu sesi daha gür çıkan ve etkinliği olan biri gündeme getiriyorsa ne zararı var? Efendim “ABD ve Çin arasında güç savaşı olduğu için, ABD bunu Çin’i yıpratmak maksadıyla yapıyormuş da oradaki Uygur Türkleri umurunda bile değilmiş!” Her ne maksatla yaparsa yapsın bre cahil! Bize faydası var mı? Var! Zulme ve hatta soykırıma uğrayan Uygur Türklerinin sesini duyuruyor mu? Duyuruyor? O halde derdin ne? Onların umurunda değilse senin umurunda olsun; niye gereğini yapmıyorsun? Uygur Türklerinin sesini dünya kamuoyuna duyuran Rabia Kadir Hanımefendi’ye Türkiye’ye giriş izni bile verilmediğini dert etmiyorsun da “Onu ABD destekliyor” diye şüphe ediyorsun, olacak iş mi bu? Böyle bir anlayış Türklüğe, Müslümanlığa yakışır mı?

Evet… ABD başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi, Hristiyan dünyası, işgalci Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı zulme karşı bildiri yayınladı. Ama o bildiride Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve başka hiçbir İslam Ülkesi’nin imzası yok. Böyle bir durum utanç verici değil mi? Bunu eleştirince de diyorlar ki, “Efendim Cumhurbaşkanı Çin’e gittiği zaman Uygur Türklerini ziyaret etti, kendisine hediyeler verildi. Devlet Bahçeli oraya gittiği zaman Kaşgarlı Mahmud heykeli önünde resim çektirdi, Uygur Türkleri ile görüştü!” İyi, güzel ama sonuç ne oldu? O ziyaretlerden sonra onlarla birlikte resim karelerine girenlerin akıbetleri ne oldu? Onlardan kaç kişi zulüm kamplarına götürüldü, kaçının evine Çin polisi yerleştirildi? Bunları biliyor muyuz? Merak edip araştırdınız mı? Saddam Hüseyin de böyle yapıyordu, biliyor musunuz? Başbakan Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ayrı ayrı zamanlarda yaptıkları Irak ziyaretleri sırasında Kerkük’e de gitmişler, o bölgenin asıl sahipleri olan kardeşlerimiz tarafından sevinçle karşılanmışlardı ama sonra resim karelerine girenleri bir bir toplayıp zindanlara attılar, idam sehpalarına götürdüler. Yalnızca ziyaret edip poz vermek çare değil, iş yapmak, proje üretmek, diplomasi ile sonuç almak gerekiyor. Kaldı ki Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı bile bu konuda sessiz. Oysa özellikle İslam âleminin ve hele de Türkiye’de bulunan herkesin, her kurumun, Kur’an-ı Kerim’de yer alan Allah kelamı ile ifade edecek olursak bu konuda “Sağır, dilsiz ve kör” olmaması gerekir değil mi?

“Sağır, dilsiz ve kör” olma durumu siyasi körlükle de birleşince ortaya akıl almaz, vicdan kabul etmez terslikler çıkabiliyor. Mesela 27 Ocak Çarşamba günü İYİ Parti Grup toplantısında ve TBMM kürsüsünde Nursiman Abduraşid isimli Uygur Türk’ü kızımız konuşturulmuştu. Böyle bir konuşma hangi siyasi partimizin küsüsünde yaptırılırsa başımızın ütünde yeri vardır. MHP yapsa elbette güzel olur ve yakışırdı. İktidarın büyük ortağı Ak Parti yapsa daha da etkili olurdu ve ses getirirdi ama olmadı. Olmadığı gibi eleştiriliyor ve grup toplantılarını yayınlayan TRT destekli TBMM Televizyonu anında yayını kesiyor. Bu anlayışı tasvip etmek mümkün değildir. “Çin’in Türkiye Baş Büyükelçisi” olarak nitelendirdiğim ya da “Çin Merkez Komitesi’nin Türkiye Komiseri” benzetmesi yapılan Doğu Perinçek’in gazetesi de bunu, “TBMM Kürsüsü’nden kışkırtıcı faaliyet” başlığı ile haberleştirdi. Ne imiş efendim, “Uygur bir kadın kürsüye çıkarılarak CİA yalanları tekrarlatılmış!”

Böyle bir anlayışa lanet olsun ve bu Çin beslemesini her gün televizyon kanallarına çıkarıp kinlerini kusturan yayıncılara da yazıklar olsun. Evet, Doğu Perinçek ve onun güdümündeki Aydınlık Gazetesi ile Ulusal Kanal Çin’in Türkiye’deki beslemeleridir. Buna, birkaç yıl önce Doğu Türkistan’daki Urumçi Havaalanı’nda bizzat şahit olduk. Bizler güya “Vizeden muaf yeşil pasaportlular” olarak 25 arkadaşımızla birlikte hem de Çin Havayolları’na ait bir uçakla Urumçi Havaalanı’na inmiştik. Pasaport kontrolünden bir türlü geçemedik. Pasaportlarımıza el konarak salonda bekletilirken, aynı uçakla seyahat ettiğimiz Ulusal Kanal ve Aydınlık Gazetesi muhabirleri olan iki genç ellerini kollarını sallayarak geçip gittiler. Geçip giderlerken de, bize doğru sırıtarak, “İşiniz zor olabilir” diyorlardı. Hakikaten işimiz zor olmuş ve havaalanında tam on saat rehin tutulup terörist muamelesi gördükten sonra Kazakistan’a sınır dışı edilmiştik. Yani “CİA yalanlarını” değil, gerçekleri görmemizi istemiyorlar, oralara gitmesine izin verdiklerine de ancak ve ancak kendi istediklerini gösteriyorlardı.

Artık bıçak kemiğe dayanmıştır beyler! Bin beş yüz yıl ötesinden “Çin’in tatlı sözüne, yumuşak ipeğine aldanma ey Türk Milleti” diye seslenen Bilge Kağan’ın Bengü taşlarına giden yolları asfaltlayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve yönetenleri O’nun öğütlerini dinlemekle de yükümlüdürler.