~~DEVRİM VE DEMOKRASİ

Doğan Avcıoğlu

 

 

SUÇLU KİM? SERMAYECİ Mİ, POLİTİKACI MI?

Sol kesime sorarsanız, çıkmazın nedeni kapitalist düzendir. Kuşkusuz, bu bir genel doğrudur.

Öykü, ekonomik planda, 9 Eylül 1946'da Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyonunun yapılmasıyla başlar. 9 Eylül Kararları'nı, zamanın başbakanı şu gerekçeyle savunur :

«Eğer bu kararları alıp yeni kurulan sistemin içine girmeseydik, Batı âleminin dışında kalacaktık» K.Hüseyin Merdoğlu, Sosyalist İktidar III, s. 76).

Batı otobüsünü, çok şükür kaçırmadık ama, ekonomik bunalımlar ve çözümsüzlükler gittikçe ağırlaştı. 1980'li yılların daha da kötü olacağı noktasında hemen herkes birleşiyor.

Kapitalizmin çıkmazı üzerinde çok yazılıp çizildiği için, konu üzerinde durmayacağız.

Ne var ki, bu genel doğru ile yetinmemek gerekir.

Kapitalist sistem içinde bulunan Türkiye'ninkine benzer koşullara sahip bâzı ülkeler, ekonomi gemisini karaya oturtmadan iyi-kötü yürütebiliyorlar.

Türk ekonomisi ise, fena halde karaya oturmuşa benziyor, ister kapitalist yönde, ister sosyalist yönde yeniden yüzdürülebilmesi için uzun süreli bir «ekonomik sıkı düzen» kaçınılmaz görünüyor.

Bu karaya oturuşta, ekonomik sistemin yanı sıra, yürürlükteki siyasal sistemin de sorumluluk payı var. Siyasal sistemimizin temel ilkesi, vergisiz aşırı harcamaya dayanır.

Parlamentodan savurganlık yasaları oybirliği ile hemen geçer, vergi yasalarıysa genellikle takılır. Ecevit'in tek başına geliştirip, yetkili parti kurullarında oybirliğiyle kabul edilen bildirge ve programlarında, Karadeniz'in dağ köylerine devlet kesesinden teleferik yapma vaadi vardır, ama vergi sistemi üzerinde dişe gelir tek söz yoktur.

Ecevit Hükümeti, iddia edildiği gibi, Para Fonu yükümlülüklerine uyduğu için değil, bu yükümlülükleri çiğneyip banknot matbaalarını sorumsuzca çalıştırmakla sonuçlanan savurganlık politikaları izlediği için, ekonomik durumun daha da berbatlaşmasına yol açmıştır.

Öteki partilerin de tutumu pek farklı olmuş değildir.

Başbakan Demirel, «olağanüstü durum hükümeti» olduğunu söyler, fakat 100 günlük programında 80-100 milyarlık vergi indiriminden açıkça söz ettiği halde, vergi alma işini Fransızca «fiskal» tedbirler deyişiyle geçiştirir, vergi kaçakçılığı üzerinde durmaz.

Bu nedenle, ekonomik sistemin yanı sıra, Türkiye'de bir siyasal sistem sorunu da vardır.

Nitekim ekonomi gemisi karaya oturunca, politikacılar ile kapitalistler arasında bir «suçlu kim» tartışması başladı.

 

20

 

Türkiye'nin manzarasını kendi görüşlerimizden çok, çeşitli kesimlerden yükselen sesleri aktarma yoluyla çizme yöntemimize bağlı kalarak, bu karşılıklı suçlamaları da belirtmekte yarar var.

Büyük kapitalistlerimiz, çeşitli kesimlere ödün dağıtma durumunda olan hükümetler üzerinde etkinliklerinin sınırlı kalmasından yakınmaktalar.

Büyük sermayenin devlete egemen olduğu yolundaki iddiaları, devlet memurluğundan büyük işadamlığına yükselen Ali Koçman hayretle karşılar :

«Devlet özel sektörün kontrolünde olsaydı, herhalde bugün şikâyet edilen birçok aksaklık giderilirdi... Türkiye'de özel kesimin devlete egemen olması olanaksızdır» (Milliyet, 4.6.1979).

İşverenler Konfederasyonu Başkanı Halit Narin ise, daha iddialı.

O, Demirel'e «Siz anarşiyi halledin, ekonomiyi düzeltme işini de bizlere bırakın» diyebiliyor (Günaydın, 9.12.1979).

Ne var ki, cici demokraside ekonominin yürütülmesi, tamamen büyük sermayenin eline bırakılamıyor.

Partiler, başka çıkarları da - özellikle tarım çıkarlarını - kollamak zorundalar.

Bu durumda büyük sermaye, kendini temize çıkararak tüm suçu politikacılara yüklemeye yönelir. Rahmi Koç, «Türkiye, doğru dürüst yönetimden yoksun bir ülke» teşhisini koyar (Tercüman, 22.7.1979) ve «biz geleceğimizi tükettik» diye haykırır :

«Türkiye, aldığı borcu oyun salonlarında tüketen bir adam... Tweed ceket giymemiz gerekirken, ziyafet ceketi giyiyoruz... Bu yolun (borçlanma yolu) sonuna geldik. Durumun ne kadar ciddi olduğunu hükümet anlamaz görünüyor... Biz geleceğimizi tükettik» (Tercüman, 20.11.1978).

 

21

 

«Sarhoş insanlar gibi bir köşeye sıkıştık kaldık» diyen (Tercüman, 24.3.1979) Sakıp Sabancı, parlamentoyu «gerici» bulur :

«Parlamento, ekonomi-sanayi gelişmesinin gerisinde kaldı. Hastalığın kökünde ve gerisinde parlamento vardır» (Tercüman, 24.5.1979).

Sabancı'ya göre demokrasinin fiyatı çok yüksektir :

«Ağır bir fatura ödüyoruz, o da demokrasimizin fiyatıdır... Kalkınmamızın getirdiği sorunlara eklenen (politik) zorluklar, güçlü bir fren etkisi yapmakta, bu bizi geri tutmaktadır» (Tercüman, 9.11.1979).

«Politikacıların gelecek seçimler kadar, gelecek nesilleri de gözeteceklerini umuyorum... Sâdece gelecek seçimler düşünülürse, bu seçimlere varmak da zorlaşır» (Milliyet, 25.6.1979).

Nejat Eczacıbaşı için tek suçlu politikadır, politikacıdır.

Eczacıbaşı, «Böylesine zengin bir ülkeyi bu hâle sokmak için nasıl bir yöntem kullanıyorsunuz» diyen yabancı uzmana, şu kestirme karşılığı verir :

«Türkiye'nin hastalığı, bir kelime ile ifade etmek gerekirse, politikadır» (Tercüman, 15.1.1979).

Eczacıbaşı'ya göre, «dövize muhtaç» sanayiler kurulup dövizsizlik çıkmazının yaratılmasının tek sorumlusu hükümetlerdir ve bunların kalkınma stratejisidir :

«Bizler, devletin beş yıllık planlarında belirlenen stratejiler doğrultusunda yatırım yaparız... Bize plan yapılırken 'döviz tasarruf et' yerine 'döviz kazan' denilseydi, şimdi onu yapıyor olacaktık».

Eczacıbaşı, «dondurulmuş meyva ve sebze»ye dayalı bir ihracat sanayii kurulmasını ve ihracata yönelik temel yapı değişikliklerinin artık gerçekleştirilmesini ister, fakat politikacıların bunu başaracağından pek umutlu gözükmez :

 

22

 

«Demokratik ülkelerde temel yapı değişiklikleri, tabii ki kolay olmaz... Ama çok da zor olmamalı bu. Çünkü ülke, bundan hemen sonuç alabilecek bir ülke. Yeter ki politikacılar, kısa vadeli oy hesaplarının dışına çıksınlar... Zâten bu çemberi politikacılarımız kıramazsa, o zaman demokratik müesseseler sarsılır. Zâten zor bir iş yapıyoruz... Eğitimi sınırlı bir toplum, çok partili demokratik rejim içinde kalkınmaya çalışıyor. Eğer siyasî kadrolar eksikliklerini gideremezler, karar mekanizması yoksunluğunu, oy kaygısı uğruna onaramazlarsa, yüklenecekleri vebal çok ağır olur... Ve bu, belki de demokratik rejimin kurban edilmesi ile sonuçlanır. Herhalde dünyanın bize bakış açısı da bu!» (Milliyet, 30.7.1979).

«Halkın demokrasiye inanç ve güveninin sarsılma noktasına geldiğini» savunan Vehbi Koç da, politikacıları «en büyük sorumlu» görür :

«Bu güzel memleketin, bu asil milletin bugünkü zorluklar ile karşılaşmasının en büyük sorumlusu, parti ve rey politikalarını herşeyin üstünde tutan siyasetçilerimizin ekonomiyle ilgili olarak aldıkları yanlış kararlardır» (Milliyet, 14.1.1979).

«İçinde bulunduğumuz durumdan, başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere, herkes şikâyetçidir. Fakat bir türlü dertlerimize çâre bulunmamaktadır» (Tercüman, 28.4.1979).

Vehbi Koç, politikacıların yanlış kararlarının ticaret ahlâkını bozduğu, kaçakçılığı alabildiğine körüklediği ve «anormal paralar kazanan bir sınıf» yarattığı kanısındadır:

«Ticarî ahlâk alabildiğine bozulmaktadır. Başta sigara olmak üzere, içki, ticarî hammadde, mücevherat kaçakçılığı ile Kıbrıs'tan memlekete sokulan malların değeri 1977'de 1,8 milyar, 1978'de 2,5 milyar dolar tahmin edilmektedir».

 

23

 

«Kaçakçılık genellikle bu işleri kontrol etmekle görevli memurların da ahlâkını bozmaktadır. Bu tür faaliyetler, anormal paralar kazanan bir sınıfın yaygınlaşmasına sebep olmuştur».

«Üretim ile tüketim arasında büyük farklar olduğundan fiyatlar alabildiğine yükselmektedir» (Tercüman, 28.4.1979)

Büyük işadamlarının derneği TÜSİAD da, gazetelerde yayınlattığı sayfa boyu ilânlarda, «Ulus bekliyor» başlığı altında, kabahati politikacıların savurganlığında aramaktadır :

«Bunalımın kaynağında öncelikle, gelenek hâline gelmiş bir politik savurganlık yatıyor.

O politik savurganlıktır ki, yoku var etmek, kimseden almadan verebilmek için, her türlü fiyatı ekonomiye değil, politikaya göre ayarlamıştır.

KİT'lerin gide gide milyarlarca lira açık vermesine yol açmıştır.

Yanlış bir sosyal güvenlik politikasıyla, Türkiyemizi bir genç emekliler ülkesi hâline getirmiştir.

Vergi kaçırılmasına karşı önlem getirilmemiştir.

Vergilendirilmesi gerekenler vergilendirilmemiştir.

Devletin sağlıklı gelirlerini aşan harcamalar yapmayı âdet edinmiştir.

Sonuçta, yoku var etmenin bir yolu sanılan 'karşılıksız para basma' bir gelenek hâline gelmiştir» (Milliyet, 20.5.1979).

Görüldüğü üzere, büyük sermaye, Demirel-Ecevit ve AP-CHP ayırımı yapmadan politikacıları yaylım ateşi altında tutmakta ve «Suçlu, ayağa kalk!» demektedir.

İbrahim Bodur, biraz daha insaflıdır.

O, «dövizin tükenişinin günahı tamamen sanayi kesiminde değil, dün ve bugün karar alanların da günahı var» diyerek suçu paylaştırır (Hürriyet, 26.1.1979).

Hatta Bodur, büyük kentlere yığılıştan sanayicileri suçlu tutar:

 

24

 

«Müteşebbisler daima işin kolay tarafına kaçmışlar. Makina ve teçhizatı Anadolu'ya götüreceğimize, işgücünü makinanın yanına getirmek tercih edilmiştir» (Tercüman, 29.11979).

Rahmi Koç da suçun bir parçasını kabullenme eğilimindedir; hatta o, ortak suçluluğun payının, yumurta-tavuk örneğinde olduğu gibi, saptanamıyacağı kanısındadır :

«Ülkenin içinde bulunduğu durumun sorumluluğu, bir dereceye kadar da özel sektördedir... Biz hâlen kendimizi ihracata göre düzenleyemedik. Bu iş, yumurta-tavuk meselesine döndü» (Tercüman, 20,11.1979).

Büyük sermaye sahiplerinin kendilerini aklayıp bütün suçu politikacılara yıkma çabasına, bir döküm sanayiinin sahiplerinden olan Ahmet Baysal pek kızar ve «Suçlu Kim?» başlıklı yazısında, sermayecilerin suçunun politikacılardan az olmadığını vurgular :

«Bugün sorumlular ve suçlular aranmakta, haklı olarak 'kabahat kimde' diye sorulmaktadır.

Bir ülkenin dövizi çarçur edilmişse, o dövizi dağıtanda suç olur da, kullanana suç payı düşmez mi?

Vergi denetimi etkisiz ise, denetleyenin sorumluluğu belirtilir de vergi kaçırma yollarından yararlanan aklanır mı?

Rüşveti alan suçlu da, veren değil mi?

Dövizi kendin bul uygulamasına yön veren, bu dövizin nasıl bulunduğunu biliyor da, bulan bilmiyor mu çift ödemelerin kefaretini?

Yüz bin liralık sermaye ile yüz milyon liralık yatırım yapma cesaretini kendinde bulabilenler, çarkın sizi sürüklediği yeri hiç olmazsa şimdi görebiliyor musunuz?

Bir yabancı şirketin yüzde 30 kârla çalıştırdığı işletmeyi eline geçiren yerli işadamı! Bir yılda aynı fabrikadan yeni bir fabrika çıkarırcasına sağladığın kârın bu ülkeyi hangi noktaya sürüklediğini artık görüyor musun? Ve o yabancı şirket, o kârı bırakıp bu memleketten niçin kaçtı düşünüyor musun?

Bu kazançların rekabete kapalı bir pazar içinde halkın sırtından ve halkın gücünü aşarak çıkarılmasının vebali yansımaya başladı mı artık sizlere?» (Milliyet, 5.6.1979).

 

25

 

 

Demirel, bu «suçlu kim» tartışmalarına katılmaz. Suçlamaları üzerine alınmaz. Ecevit ise, «bizi iğfal eden büyük sermayedarlar suçludur» der :

«Ekonomimizin bugünkü yapıya ulaşmasında büyük sermaye çevrelerinin sorumluluğu, gelmiş geçmiş hükümetlerinkinden daha az değildir. Hatta gelmiş geçmiş hükümetleri ekonomik alanda çıkmaz yola sürükleyenlerin başında bugün bu duyuruları, bu muhtıraları yayınlayan bâzı büyük sermaye çevrelen gelmektedir» (Gazeteler, 16.5.1979).

Büyük sermaye, kendi gücü ve mevcut hükümetlerle çıkmazdan kurtulamıyacağının bilincindedir. Kurtuluşu Batılı devletlerden ve çok uluslu şirketlerden bekler.

«Türkiye, doğru dürüst yönetimden yoksun bir ülke» diyen Rahmi Koç, Amerikan «Leaders» dergisine yazdığı yazıda, bu inancı büyük bir içtenlikle dile getirir :

«Biz Türkler doğru bir hükümet ve liderliği seçerek dış, iç ekonomik politikada gerekli dönüşümleri sağlayarak üzerimize düşeni yapacağız. Ticaret ortaklarımız, Batılı dostlarımız da o zaman bize yardımcı olacaklardır» (Tercüman, 22.7.1979).

Bu inançla, 1970'li yılların başlarında Avrupa Ekonomik Topluluğu'na hemen katılmakta bir parça duraksama gösteren ve yeni ödünler isteyelim diyen büyük sermaye, AET'yi cankurtaran simidi olarak görür.

Büyük sermaye, AET'ye derhal tam üyelik için başvurulmasını ısrarla istemeye koyulur.

TÜSİAD Başkanı, «Ortak Pazar, tek alternatiftir» der.

Jak Kamhi, «Tüketiciye yük olan sanayiler yıkılırsa yıkılsın» buyurur.

 

26

 

Odalar Birliği Başkanı Mehmet Yazar, ne kadar kötü yönetirlerse yönetilsinler, bugün de sanayimizin belkemiğini teşkil eden KİT'lerin yıkılması pahasına AET'ye girmeyi önerir!

Sermayedar, ülkeyi değil, kendini kurtarma derdindedir.

Demirel Hükümeti, bu yolda ilk adım olarak «AET ile dondurulan ilişkileri canlandırma» kararı aldığını Ortak Pazar yetkililerine bildirir.

HALKI APTAL YERİNE KOYAN BİR HALKÇILIK VE JURNALCİLİK

Bu arada, Atatürk döneminde vatan hainliği sayılan «dış ülkelere jurnacilik» örnekleri çoğalır.

1977 sonbaharında İkinci MC Hükümeti'nin son günlerinde, İstanbullu işadamları ile CHP'nin, Demirel'e Para Fonu'nun kredi vermesini engelledikleri ileri sürülür.

Demirel, konuşmalarında bunu açıkça söyler. 1979 yılında durum değişir.

Bu kez Ecevit, sermayedarların jurnalcilik edip yardımların gelmesini engellediklerini belirtir.

Ecevit, «Sırtımızdan bıçaklanıyoruz. Kendi kendimizi yabancılara jurnal ediyoruz» der ve büyük sermayedarları savcılığa vermekle tehdit eder.

Eczacıbaşı verdiği yanıtta, Batılı devletlerin işadamlarını savcılığa verme tehdidinden hiç hoşlanmayacaklarını, hayli açık bir dille hatırlatır.

Geçmişte vatan hainliği sayılan ve ancak kapalı kapılar ardında konuşulan bu tür jurnalcilikler, günümüzde açıkça yapılabilmektedir. Demokrasimizde utanç duvarı artık aşılmıştır.

Utanç duvarının aşılışının başka bir örneği, Türkiye'ye Batılı devletlerden yardım sağlama uğraşında arabuluculuk eden Kiep'in yalanlanmayan ve olayların akışı içinda doğrulanan bir açıklamasıdır.

 

 

27

 

O günlerde Ecevit, en milliyetçi nutuklarını atıyor, dış yardımsız kurtuluş programları açıklıyordu. Arabulucu Kiep ise, kapı kapı dolaşıp adımıza dileniyordu. Bu çelişkili tutumu arabulucuya soran Die Welt muhabiri Heinz Wielain, şu karşılığı alır :

«Ecevit bana bu konuşmaları iç politika gereği olarak yaptığını itiraf etti. Türkiye'nin şiddetle dış yardıma ihtiyaç duyduğunu, dış yardım olmaksızın ayaklarının üzerinde doğrulamıyacağını söyledi. Türk kamuoyuna yönelik bu tip açıklamaların yabancı hükümetlerce ciddiye alınmamasını rica etti» (Tercüman-Hürriyet, 22.4. İ979).

Mümtaz Soysal'ın deyişiyle, «Halkı aptal yerine koyarak halkçılık yapmak», halka sürekli yalan söylemek, “cici demokrasi”nin özelliklerinden olur.

Turan Güneş'in Olağanüstü Kurultay'da Ecevit'e yönelttiği en ağır suçlama, bu noktada toplanır :

«İlk kez seçmen, CHP'yi yalan söylüyor diye suçladı. Bu CHP tarihinde ilk kez olan birşeydir. Bu düşünce, üzerimize yıkılan en büyük kamburdur».

Gerçekten, 27 Mayıs öncesi günlerde CHP Araştırma Bürosu'nda hazırladığımız seçim propagandası broşürlerinin tümünün ilk sayfasına İnönü'nün «CHP yapamayacağını vaadetmez, vaadettiğini de yapar» sözlerini yazardık.

Editör: TE Bilişim