10 yıl önce bir suikastla şehit edilen Muhsin Yazıcıoğlu

Bizim gibi yasaması, yürütmesi, yargısı, basını vs. kurumları gereken yerlerine oturmamış ülkelerde politik arenaya göz attığımızda dansözlere bile taş çıkaracak tiplerin varlığına şahit oluyoruz. Bu kadar kaypak zeminde, “özü sözü bir, eylemi ile söylemi aynı, dediğini yapan, yaptığını söyleyen” siyasetçiler ise maalesef parmakla gösterilecek kadar az bulunuyor.

60 yaşına gelmiş ve neredeyse 43 yıldır ülke meseleleri ile yakından ilgili olan biri olarak tereddütsüz söylüyorum ki şimdiye kadar siyaset arenasında, “özü sözü bir, eylemi ile söylemi aynı, dediğini yapan, yaptığını söyleyen” birkaç kişiden biri de 2009 yılında küresel sermayenin yerli uşakları tarafından kendilerine itaat etmediği ve emperyalist emellerine boyun eğmediği için bir suikast sonucu şehit edilen Muhsin Yazıcıoğlu’dur.

Muhsin Reisin şehadetinin üzerinden tam on yıl geçti. Suikastı yapanların kimliği bana göre çok açık ama maalesef doğru dürüst bir dosya hazırlanmadı; kimileri tarafından yargılama yolları kapatılmaya çalışıldı. Hatta “bu suikastı çözmek bizim namus borcumuzdur” diyenler olmasına rağmen hala namus borcunu ödemeyen yöneticilerimiz mevcut.

Hâlbuki Muhsin Reis devleti ne zaman çağırdı ise hayatı pahasına koştu, hiç yüksünmedi. Bir küçük şiirinde bu durumu şöyle özetledi:

Gençliğim dedim,

“Ver” dediler.

İstikbalim dedim,

“Yok” dediler.

Kanım dedim,

“Dök” dediler.

Canım dedim, “Milletin” dediler.

Sevdim dedim, “Suçtur” dediler.

Ve çığlıkla yarıldı karanlık;

Sevgimi çarmıha gerdiler.”

Muhsin Reis Fidan annenin dediği gibi davrandı devletine. “Devlet, millet çağırıyor der giderdi. Kendi bir defa devleti bekledi ama devlet gelmedi.”

Maalesef o hayatını, gençliğini, geleceğini devletine, milletine, inandığı değerler uğruna harcadı ama devlet onun suikastını yapan küresel çeteleri ve yerli işbirlikçilerini cezalandıracak bir tavır takınmadı.

Muhsin Reis bir Kürşat, bir Alpaslan, bir Fatih, bir Yavuz ruhu taşıyordu. Türk askerini ve Türk ordusunu çok sevmesine rağmen 28 Şubat’ın karanlık sürecinde milletine tank namluları çeviren darbeci hainlere, “Milletine namlusunu çevirmiş tankı asla selamlamam.” diyecek kadar cesur yürekti. Hatta o dönemlerde kendisine gelip üstü kapalı, “Muhsin kendine dikkat et. Üç bin metreden insanı tek kurşunla öldüren suikast silahları var” diyen kişiye, “Git onu söyleyen şerefsize söyle, Muhsin uzaktan ateş etmez, adamın yanına gelir kafasına sıkar” de diyecek kadar da yürekli biriydi.

“Benim adım Muhsin Yazıcıoğlu! Bana baskı sökmez! Bizim Allah’tan başka kimseden korkumuz yok!” diyen de oldu; “Zulüm Azrail olsa da hep Hakk’ı tutacağım. Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.” diyen de..

Bu sözleri söylemek bir iman adamına has özelliktir. Herkes o karanlık ortamlarda değişik odaklardan korkarken, Muhsin Reis imanının tezahürü olan bu sözleri çok doğal olarak söylüyor ve sözlerini de yerine getirecek hal ve tavır alıyordu.

Bu hususta tavrı çok netti. Sadece söyleyip kenara çekilmezdi. “Firavuna karşı çıkmak yetmez, Musa’nın yanında olmak gerekir.” Ölümü inançsız insanlar için korkunç bir son olarak görürken, inananlar için zevkli bir başlangıç olarak tasvir eder ve inanırdı. Bu sebeple ölüme gittiği gün de, “Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz bir dünya için; bu kadar fırıldak olmaya gerek yok!” demiş ve yaşadığı 55 yıl hiç fırıldak olmamıştı. Çünkü o başlıkta da dediğim gibi er meydanının kancıklığı kaldırmayacağına inanırdı.

Muhsin Reis, makamlar, mevkiler, dünyevi koltuklar uğruna hiç eğilmedi ve bükülmedi. İnandığını söyledi ve söylediğine inandı. Kendisine yapılan ama ülke, millet ve inandığı değerler uğruna ters geldiği için nice ikballeri elinin tersiyle itti. Bu hususta, “akıllı ol, şunu kabul et, bunu etme vs.” gibi akıl verenlerin kendisine tek etme ihtimalleri karşısında da, “Haksız bir dava uğruna sultanlık yapacağıma, gerekirse haklı davada tek başıma yürüyeceğimi söylüyorum.” dedi ve hep dediğini yaptı.

“Adım Muhsin Yazıcıoğlu, bende ve arkadaşlarımda döneklik olmaz. Biz inandığımızı yaptık. İnandığımızı yapmaya devam ediyoruz.” dedi ama ardından gelenlerin aynı hassasiyetle bu durumu yürütmediklerini söylemeden de geçmeyeceğim. Birkaç koltuk veya ikbal uğruna onun ölümünden sonra peşinden gittiğini söyleyenler hep taviz üstüne taviz verdiler ve hala da vermeye devam ediyorlar. Kimi zaman Pennsylvania’nın sevdası peşinde kimi zaman iktidarın torbalarına koyduğu bir parça yem uğruna verilen tavizleri kimin verdiğini isim isim söylemeyeceğim. Onun ölçüsü, “Kim Allah’ın rızasına uygun hareket ediyorsa, o bizdendir. Kim Allah rızasından uzaksa bizim dışımızdadır.” şeklindeydi. Bu açıdan peşinden gidenler veya gittiğini iddia edenler bu esasları dikkate almak zorundadır. Muhsin Reis bu hususta şöyle dua ederdi: “İçi başka, dışı başka olanlardan, dili başka kalbi başka olanlardan, hem kendini hem de başkalarını kandıranlardan Sana sığınırım Rabbim.”

Kahraman atalarımızdan tevarüs eden kahraman bir ruha sahipti. Bir elinde Kur’an, bir elinde bilgisayar olan ve çağını elinin içinde döndürmesini becerebilen bir gençlik hayal ediyordu. Müslüman Türk gençliğini Türk vatanı ve milletinin hem ziyneti, hem de bekasının teminatı olarak görüyordu. Slogancı, kavgacı, ezberci zihniyetin hiç kimseye bir şey kazandırmayacağını sık sık vurgular ve geleceğimizi aydınlatacak olanların ancak için ve dışın fatihi olmasını beceren Alperenlerin olacağına inanıyordu.

En büyük idealini ise bir sözünde, “Bir kar tanesi olsaydım Mekke’ye düşmek isterdim.” şeklinde özetlemişti. Çünkü Onun tek davası hak yol olan İslam’dı. Bir miting esnasında “Muhsin nerede biz oradayız.” Diyen dava arkadaşlarına tam bir dava adamı şuuruyla şöyle seslenmişti. “Muhsin nerede siz orada değil. Hak nerede siz orada! Muhsin doğrudan ayrılırsa siz de ondan ayrılın. Muhsin yanlış yaparsa siz de ondan ayrılın. İnsana dayanmayın er veya geç ölür. Ağaca dayanmayın er veya geç kurur. Duvara dayanmayın, mutlaka yıkılır. Dayanırsanız Hakk’a dayanın, Allah’a dayanın. O Bakidir.”

Muhsin Reisin bir ülke ideali vardı. Herkesin inandığını açıkça ifade edebileceği, ifade ettiğini serbestçe hiçbir baskıya uğramadan yaşayabileceği ve bütün mezheplerin, bütün inançların, bütün fikirlerin tartışılmaz bir şekilde yaşayabileceği bir Türkiye istiyordu. Batılıların bize dayattığı çözümlerini bizi daha da ayrıştıracağını ifade ediyordu. Türkmen’iyle, Kürt’üyle, doğulusuyla batılısıyla, Alevi’si Sünni’siyle biriz ve beraber olduğuma inanır ve ortak problemlerimizin ancak insanca bir ortamda çözebileceğimize inanıyor ve “Bizim siyasi projelerimizin esasını, milli, manevi, insani ve demokratik değerler üzerinde yükselecek, her halükarda kudretli ve büyük bir Türkiye ideali oluşturmaktadır.” diyor ve şöyle düşünüyordu: “Ben Avrupa Birliği kapısında zorlanan, aşağılanan Türkiye istemiyorum. Ben kendi medeniyetimle olurum. Ben yeniden Tük-İslam medeniyetinin inşaatını istiyorum.”

Bu hususta şu güzel de ona aitti: “Eğer Anadolu’da rahat oturmak istiyorsak; o zaman Türkiye, Bosna’da olmak mecburiyetindedir, Kafkaslarda olmak, Ortadoğu’da olmak mecburiyetindedir. “Çerkez’iz, Laz’ız, Boşnak’ız, Azeri’yiz, Terekeme’yiz, Türkmen’iz, Kürt’üz, Alevi’yiz, Sünni’yiz; ama hepimiz hep beraber büyük Türk milletiyiz. Asla ve asla etnik köken değiliz.”

Türk milletinin İslam ile şereflendikten sonra bin yıl bayraktarlık yaptığını, kan dökmeyi seven bir millet olmadığını ancak söz konusu vatan, millet, namus, milli ve manevi değerler söz konusu olduğunda dünyanın şah damarını kesebileceğini belirten Muhsin Yazıcıoğlu’nun Milliyetçilik anlayışı da ete, kemiğe, kana veya ırka değil, kültüre dayanan, ayırıcı değil birleştirici, çatışmacı değil barıştırıcı bir özellik taşıyordu.

Hiçbir zaman ümitsiz olmamıştı. İdamla yargılandığı ve yedi buçuk yıl zindanda yattığı dönemlerde bile inancını ve ümidini kaybetmemişti. Her zaman şöyle derdi:

“Hayat böyledir dostum geçer beklemekle.. Ümitlerin bittiği yerde abdest al ve sabahı bekle.” Çünkü biliyordu ki her karanlığın arkasından bir şafak doğar. Bu inanç ve ümitle örülü bir hayat yaşadı ve hep meydanlar da şunu haykırdı:

“Ben Türk’üm, Türk esir olmaz.

Ben Türk’üm, Türk Devletsiz olmaz.

Ben Türk’üm, Türk Bayraksız olmaz.

Ben Türk’üm, Türk Ezansız olmaz.

Ben Türk’üm, Türk Hürriyetsiz olmaz.”

“Bu ülkede dürüst olmak başa beladır ama o bela başımızın tacıdır” diyebilecek kadar yüce bir ruha sahip Muhsin Reis, inandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi inanan ve benim gözümde siyasi arenanın “En Temiz insanı” olarak on yıl önce bir suikastla aramızdan ayrıldı.

Evet,

Şahadet ediyorum ki;

İyi bir Müslümandı,

İyi bir mü’mindi,

İyi bir dava adamıydı,

İyi ve tertemiz bir siyasetçiydi,

İyi bir insandı,

İyi bir dosttu, iyi bir abiydi,

İyi bir liderdi,

Ve çocuklarının şahitliği ile İyi bir babaydı, eşinin şahitliği ile iyi bir eşti.

Muhsin Reis’i rahmet ve minnetle bir kez anıyorum. Mekânı Cennet olsun.

Makalemi O’nun söylediği şu güzel sözlerle bitirmek istiyorum:

- Düz yaşayacağız, düz duracağız. Düz yürüyeceğiz. Dik duracağız ve doğru gireceğiz. Çünkü bizim davamız İlay-ı Kelimetullah’tır.

- Bizim için devlet malının yetim malından farkı yoktur.

- Arap kültürünü İslamiyet sanmakla Avrupa kültürünü medeniyet sanmak aynı hatadır.

- İslam hassasiyeti olmayan milliyetçiliğin içi boştur.

- Vatanın çilesini biz çektik, edebiyatını onlar yaptı.

- Kim olursa olsun benim bayrağıma el uzatanın, göz dikenin, hakaret edenin gözü oyulur, eli kırılır ve gereken cevap verilir.

- Ninnilerle uyutulması gereken bebeklerin, silahlarla susturulduğu bir dünyada susmak alçaklıktır.