Yaşanmaz bu ülkede” diyenlere öyle kızar, öyle kızardım ki… Hâlâ da kızıyorum lakin gelin görün ki bazen hak vermeden de edemiyorum. Şu son günlerde yapılan saçmalıklara ya da oluşturulmaya çalışılan sun’i gündemlere bakın: “Ayasofya bu haliyle mi kalsın cami mi olsun?”, “Fatih’in beş yüz küsur yıllık paha biçilemeyen tarihi portresine o para verilir miydi verilmez miydi”,  “Atatürk’ün İş Bankası hisseleri hazineye devredilsin! Hayır, edilmesin!” Bir başka miras mülkü olan “Mustafa Necati Kültür Evi’ni adı nasıl olduysa oldu da alâkası olmayan biri ile değiştirildi!”, “Çiğiltepe Ortaokulu’ndan Balkan, Çanakkale ve İstiklal Savaşı kahramanlarından Albay Reşat Çiğiltepe’ni adı silinip Milli Eğitim Vakfı’na bağışta bulunan falanın adı verildi!” “Hayır! Hayır; olmaz öyle şey!..”

Evet, olmaz öyle şey, olmamalı da ama olup biten o saçmalıklarla hiç ama hiç alâkam olmadığı halde yeminle söyleyebilirim ki yapanlar utanmadılarsa da ben utandım. Dünya nelerle uğraşıyor bizim derdimiz ne?

“Sağ” diye nitelendirilen iktidarların elinde tıpkı başörtüsü meselesi gibi bir “koz” mu desem, sallayıp durdukları bir “sopa” mı desem bilemiyorum ama Ayasofya hep öyle yedekte tutulup zaman zaman öne sürülerek geri çekildi. Birkaç ay önce “Hemen şuradaki Sultan Ahmet Camii’ni doldurun da ondan sonra Ayasofya’yı isteyin” diyen siyasi iradenin yine de ne yapacağı belli olmaz ve bizim bu işlere aklımız ermez. Yazılıp çizildiğine ve televizyon bülbüllerinin ahkâm kesip durduklarına göre bu iş o kadar da zor değilmiş ve bir kararnamelik işi varmış. Madem öyle, konu şimdi biraz daha öne alındığına göre artık ne olacaksa olsun da rahat edelim.

Fatih Sultan Mehmed’in daveti üzerine 1478 yılında İstanbul’a gelip portrelerini yapan İtalyan Ressam Genite Bellini’nin paha biçilemeyen eseri, her nasılsa yurt dışına kaçırılmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, o muhteşem eserin İngiltere’de açık arttırmaya çıkarılacağını haber alınca hemen harekete geçiyor ve 6,5 milyon TL gibi bir parayı gözden çıkararak almayı başarıyor. O portrenin yeri elbette İstanbul’dur ve gerçekten de büyük bir iş başarılmıştır. Burada asıl üzerinde durulması gereken o eser nasıl elden kaçırılmıştı? İstanbul’un işgal yıllarında Vahdettin tarafından ya da daha önce İngilizlerle yaptığı pazarlıklar sırasında Abdülhamit tarafından İngilizlere verildiği, öyle değilse bile işgal sırasında kaçırıldığına dair çeşitli söylenti dolaşıyor. Her üç ihtimal de yüz kızartıcı olduğuna göre yapılan bu yüz ağartıcı işi alkışlamak ve Başkan İmamoğlu’nun şahsında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanlığı’nı tebrik etmeliyiz. Dolayısıyla, “Bu para verilir mi” diyenler siyasi düşünmektedirler. Milli bir meseleyi, en azından ecdada saygıyı siyasi malzeme yaparak kötülemek abesle iştigaldir.

Yine “sağ” olarak nitelendirilen iktidarların elinde bir “koz” ya da bir “sopa” daha var: Atatürk’ün şartlı mirasla CHP’ye bıraktığı İş Bankası hisseleri! Okudum, sordum, soruşturdum, araştırdım; bu mirastan CHP’nin kasasına giren beş kuruş yok. Öngörü sahibi olan Atatürk bu payın ileride suiistimallere açık olacağını düşünerek zaten kendi el yazısı ile kesin şartını koymuş. O şart, hisseye düşen kâr payının Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu arasında pay edilmesi, CHP’nin de buna göz kulak olmasıdır. Kim bilir, belki Atatürk CHP’nin daha çok muhalefette kalacağını hesap ederek hisselerin iktidarların gücü ile çar çur edilmesini önlemeyi de düşünmüş olabilir, ne dersiniz? Şaka bir yana, ortada bir miras hukuku olduğuna göre mevtanın kemikleri sızlatılmamalı ve bu statü aynen korunmalıdır. Dinen de, örfe göre de, ahlâki değerlere göre de bu böyledir. Hele de iktidarın kontrolü altındaki bankaların nasıl yönetildiğini ve yönetimlere kimlerin getirildiğini gördükten sonra “Aman! Bırakın da İş Bankası öylece kalsın” demekten kendimizi alamıyoruz.

Tabii, miras hukukuna aykırı olarak yapılan bir iş daha var. İstiklal Savaşımızın kahramanlarından ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli Bakanlık görevlerinde bulunan Mustafa Necati’nin Ankara Mithatpaşa Caddesi’nde olup devlete bağışladığı bir evi var. En son “Mustafa Necati Kültür Evi” olarak TBMM’nin kullanımında olan bu binaya her ne akla hizmet ise bir başka tabela asıldı. Hem de Atatürk’e hakaret eden ve dolayısıyla Milli Mücadele’ye karşı olan birinin adı yazıldı. Ne kadar ayıp, ne kadar abes bir iş! Düşünebiliyor musunuz? Devlete bir mülkünüzü emanet ediyorsunuz ve devleti yönetenler o mülkte alın teri olmayan, temeline harç koymayan birinin adını veriyor! Herkesten önce o şahsın ailesi bunu kabul etmemelidir.

Derken bir rezalet daha yaşandı. Balkan, Çanakkale ve İstiklal Savaşlarımızın kahramanlarından Albay Reşat Çiğiltepe’nin adının yaşatıldığı ortaokulun adı da değiştirildi. Ankara Mamak’ta, hem de askerlerimize ait Çiğiltepe Lojmanlarının bulunduğu mevkide bulunan okula, “Okul yapılması” için Milli Eğitim Vakfına bağışta bulunduğu söylenen bir vatandaşımızın adı verilmiş. Gerçekten merak ediyorum; acaba Milli Eğitim Bakanı, Ankara Milli Eğitim Müdürü, Ankara Valisi ya da Bakanlık bürokratları bir bakıma ülkemizi, devletimizi ve hayatımızı borçlu olduğumuz Milli Mücadele kahramanlarımızdan habersiz midirler? Haberli iseler onların ruhlarını incitip kemiklerini sızlatmanın doğru olmadığını idrakten yoksun mudurlar? Hadi onları da geçtim, bu yapılan işlem bağışçıya da yapılan bir ayıp, bir saygısızlık değil midir?

Gerçi AKP iktidarı döneminde Atatürk’e ve Milli Mücadele’ye karşı olanlara bir sempati duyulduğunu artık herkes biliyor.  Atatürk’ün adı pek çok yerden kaldırılmıştı. Öyle anlaşılıyor ki sıra Milli Mücadele’nin öteki kahramanlarına geldi. “Kurtuluş Savaşı’nı keşke Yunan kazansaydı” diyen Fesli Kadir ve aynı zihniyetteki Şeyhülislam Mustafa Sabri, İskilipli Atıf Hoca gibilerinin de el üstünde tutulduğu, isimlerinin bazı yerlere verildiği ya da verilmeye çalışıldığı ise ortada.

Bu arada belediyelerin, bakanlıkların ya da çeşitli kurumların bir hastalığından ve yaşadığım bir hatıradan da söz etmeliyim. Okullara, parklara, cadde ve sokaklara, kültür merkezlerine ad verme konusu eskiden beri tartışmalıdır. “Biri yazar biri bozar” misali siyasi tercihler devreye girer ve herkesi memnun etmek mümkün olmaz. Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok, yıllar önce Estergon Kalesi’nden esinlenerek Tepebaşı Mevkii’nde “Estergon Kültür Merkezi” inşa ettirmiş, karşısına da hemen hemen Macaristan’daki konumuna uygun olarak bulvar kenarına şelaleli bir “Tuna Göleti” oluşturmuştu. Yanlış hatırlamıyorsam bunların açılışı da o zaman Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılmıştı. Gel zaman git zaman Turgut Bey AKP’den kovulup aday gösterilmedi ve kimsenin tanımadığı Mustafa Ak aday gösterilerek kazandı.

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, 25 Mart 2009 tarihinde, tartışması hâlâ bitmeyen bir helikopter kazasında kaybedilmişti. Hemen ertesi gün veya birkaç gün sonra baktım, “Tuna Göleti” tabelası kaldırılmış, yerine “Muhsin Yazıcıoğlu Parkı” tabelası asılmış. Yapılan iş bir hazıra konma ve bir kolaycılıktı. Hemen Estergon ve Tuna’nın önemini belirten bir yazı/dilekçe hazırladım. Muhsin Yazıcıoğlu’nun adının yeni yapılacak bir parka ve kültür merkezine verilmesinin daha uygun olacağını da tavsiye ederek hem Keçiören Belediye Başkanlığı’na hem de o sıralarda BBP Genel Başkanı olan Yalçın Topçu’ya gönderdim. Yalçın Topçu, “Haklı” olduğuma dair yazılı bir cevap gönderdi. Belediye’den ses çıkmayınca makama gittim. Başkan olmayınca Özel Kalem Müdürü ile görüştüm ve laf anlatamadım. Bu arada, bana “Haklısınız” diyen Yalçın Topçu’nun onlara da “Teşekkür” yazısı gönderdiğini öğrenmiş oldum. Siyaset bu işte ve bir türlü aklımız ermiyor! Derken Mayıs 2013 tarihinde Macaristan’a gitmiştim. Dönüşte, bizzat yerinde çektiğim resimleri de ekleyerek Belediye’ye tekrar başvurunca sağ olsunlar, tabelayı değiştirdiler: “Tuna Göleti ve Muhsin Yazıcıoğlu Parkı!” Yani, “Ne şiş yansın ne kebap” diyerek Merhum Yazıcıoğlu’nun adına yeni bir yer yapmadılar.

Lâf lâfı açıyor ve bu işin sonu gelmiyor tabii. Yine Keçiören Belediyesi ve yine Ak dönemi… Kuşcağız bölgesinde bir kültür merkezi yapılıyordu. Adını da yanlış hatırlamıyorsam “Zümrüt” koymuşlar ve ilan tahtalarını (bilboardlar) “Açıldı, açılıyor” diye donatmışlardı. O arada değerli sanatçı Neşet Ertaş vefat edince hemen vaziyet alındı ve Keçiören’de bulunan Kırşehirli nüfusun yoğunluğu da dikkate alınarak Kültür Merkezi’nin adı Neşet Ertaş olarak değiştiriliverdi. Oysa bu isim sağlığında kararlaştırılmış olsa daha hoş ve daha doğru olacaktı. Dedik ya, siyasete aklımız ermiyor!

Velhasıl bizler böyle sun’i gündemlerle oyalanıp gidiyoruz. Salgın varmış, işsizlik artıyormuş, enflasyon ne olmuş, dünyada farklı şeyler de oluyormuş umurumuzda bile değil!  Devlet ve kurumları böyle işlerle uğraşmamalıdır. Mustafa Necati ve Albay Reşat Çiğiltepe’nin ruhlarını inciten, milli vicdanı rahatsız eden bu gibi yanlışlardan dönüleceğini, isimlerinin layık oldukları yere iade edileceğini, İstanbul’a getirilecek olan Fatih’in portresinin devletten en yüksek katılımla en uygun yere yerleştirilip sergileneceğini, miras hukukuna saygı gösterileceğini ummak ve beklemek hakkımızdır.