Satırlarıma başlarken yazdığımız haber sitesinin sahibi korkusuz gazeteci Türk Turan davasının yılmaz neferi çilekeş ülkücü İsmail Türk’ün anayurduna Türkiyesine dönmesi aile evlât eş dost hasretinin sona ermesinin başta şahsım olmak üzere bütün dost ve yakın çevrem tarafından nasıl bir sevinç içinde karşılandığını kelimelerle ifade edilemeyeceğini belirtmek isterim.

Hoşgeldin gerçek ülkücü ve gerçek dost İsmail Türk ....

1948 yılında Stalin’in Kars ve Ardahan notasından sonra ani ve hızlı gelişen Türk-Amerikan ilişkilerinin başlangıç noktasında belirlenen hami <<kollayıcı>> rolünü zaman içinde tüm iç ve dış işlerimizi yönlendirmeye kadar götüren ABD o günden bugüne geçen süre zarfında ülkemizi yöneten lider profiline göre ilişkilerde küçük tavizler verdiyse bile üç aşağı beş yukarı ayni stratejiyi Amerikan politikalarının değişmez stratejileri olarak uyguladılar. “Önce Amerikan menfaatleri” Dün neyse bugünde O!

Önemli bir ara not düşelim;

“ Bu gün kısmen değiştiğini düşündüğümüz ABD politikalarımızın değiştirilmesinde aktif olan taraf asla biz değiliz ! Eğer BOP eşbaşkanı olmaktan gurur duyduğunu çeşitli vesilelerle deklâre eden yönetim erkimiz bir süre sonra ABD yetkililerinin istekleri ve bilgileri dışında Suriye politikalarında radikal islâmi guruplarla sıcak ilişkiler kurma çabalarında bulunmasalardı ABD kendi bünyesinde Türkiye için B plânı olarak tuttuğu esas oğlanı FETÖ yü başımıza MİT ve 17-25 Aralıkta musallat etmez 15 Temmuzun perde arkası senaryolarında rol almaz yine ilişkiler eskisi gibi dost ve müttefik büyük ağabey ABD ve BOP eşbaşkanlığı ve sayın hoca efendi söylemleri içinde devam eder giderdi”

Ve devam edelim yakın tarihin seyir defterine;

Amerikan politikalarına zaman içinde karşı çıkanlar şu veya bu şekilde ikna edildiler. İkna edilmeyenlere ekonomik buhranlar yaşatıldı! Daha ileri gidip direnenler ihtilâllerle tasfiye edildi! Zaman içinde görsel medya etkinliğini olağanüstü kullanan emperyal dev ABD, teknolojinin sunduğu bu dev hizmeti kullanmak istediği ülke halklarının beyinlerine propoganda bombardımanI, amacı olarak kullanmaya başladı.

O ülkelerde üretilen sömürge tipi aydın profiliyle milli değerlerin üstü çizdirilmeye başlandı. Milli Devlet, ulusal Kurtuluş Savaşı, vatan, millet, kavramları, şinitzel-şarap-bar bohem kültürünün ürünü ablak suratlı, top sakallı, koca kafalı, tişörtlerinin sırtında satılık yazan, yuvarlak tombul, sözde erkek veya kimi nihilist, kimi ateist, muhtemeldir ki cinsel kimlik bozuklukları yüzünden Türk Milletinin yüksek değerlerine karşı çıkmayı önemli bir meziyet olarak gören yazarlar tarafından her gün varakparelerinin köşelerinde yerden yere vuruldu.

Global sömürgeci emperyal sistemin kontrol ettiği bir dünya, ideal model olarak her gün ballandıra ballandıra anlatılıyor.

Peki, bugünlere nasıl geldik! Düveli muazzamaya, yedi düvele karşı antiemperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı verdikten sonra ulusal devletini, cumhuriyetini kuracaksın ve yıllar sonra ezilen uluslara örnek olarak verilen antiemperyalist mücadelemizin, Türk ulusal Kurtuluş savaşının lideri Mustafa Kemal fotoğraf olacak, örnek olacak ve yıllar sonra emperyal global sistemin bir dama taşı olacağız! Bu durum, hiç kabul edilebilir bir durum değil!

Ama, elimizi vicdanınıza koyarak bir durum tespiti yapalım.

1948 yılında Stalin’in Kars, Ardahan talebi ile denize düşen yılana sarılır misali sarılıp hemen ardından binlerce Anadolu çocuğunu Kore’de Amerikan menfaatlerine feda ettiğimiz Kore Savaşları diyeti emperyal sisteme göbek bağı ile bağlanmamızın başlangıcı değil!

Gelin isterseniz geçmişe bir yolculuk yaparak bağımlılığın başlangıç yıllarına gidelim!

Geçtiğimiz yıllarda Tvlarda muhteşem yüzyıl diye bir dizi yayınlanmıştı ki şu anda da bu dizi muhteşem olmayan daha sonraki yüzyılları ile devam ediyor. Kanuni Sultan Süleyman devrini konu alan bu dizi her ne kadar içerik, bilgi ve organizasyon olarak tarihi gerçekleri tam olarak yansıtmamakla hatta hilafı hakikatlerle, büyük yanlışlıklarla dolu olsa da yinede o yüzyılın genel profilini seyirci aksettirebiliyor.

Kuzey Afrika’yı tamamıyla kontrol eden, Mısır –Sudan-Libya-Tunus-Cezayir-Fas ve hatta Atlas Okyanusu kıyılarına dayanıp Batı Afrika, Moritanya, Nijer , Orta Afrika, Arap Yarımadası Kızıldeniz, Basra Körfezi, İran’ın büyük kısmı, Azerbeycan, Hazarya, Kafkasya, Kırım, İdil, Ural, Romanya, Bulgaristan, Moldavya, Sırbistan, Yunanistan, Mora, Adriyatik Sahilleri, Bosna Hersek, Hırvatistan, Macaristan, Makedonya, Kosova, Sancak, Karadağ dahil büyük bir coğrafyaya hükmeden, krallar devirip kralları tayin eden yabancı elçileri statü olarak padişahın karşısında yerlere kapandırarak kabul eden Osmanlıyı izliyorduk bu Tv dizisinde.

Osmanlı’nın bileğinin bükülmediği, fetihlerin devam ettiği bu yıllarda her şey iyi gidiyordu gitmesine de gelecek için sağlam üretim ve ekonomik temeller atılamıyordu. Devletin büyüklüğü, toprak büyüklüğü ve nüfusuyla kabili telifti. Osmanlı, bu dönemlerinde toprağa toprak kattı ama ekonomik değer katamadı.

Özellikle Avrupa’nın yaşadığı Rönesans ve reform dönemlerinden sonra Merkantilizm çağında Avrupa ülkelerinin zenginleşmesi daha sonraki yaşadıkları sanayileşme süreci ile bu zenginliklerine teknolojik üstünlükleri katmaları ,batı ile doğu arasında her geçen gün kapanması güç mesafeler açıyordu.

Yalnız, asker ve fetih yalnız, toprak ve ilkel üretimle gelişime kapalı doğu ülkeleri kaçınılmaz sona doğru hızla ilerliyorlardı.

Osmanlıda bu durumu görüp tedbir almak isteyen bir sürü refomist çıktı!

Ama, maalesef bu reformistlerin ortak bir özelliği vardı! Körü körüne batı taklitçiliği ve üst yapı reformları!

II. Mahmut’la başlayan bu sürecin daha başlangıç yıllarında önemli bir sorun ortaya çıkmıştı! Gelir, gider dengesizliği.

Dizi filmlerdeki görüntüler tersine dönmüştü.

Muhteşem Süleyman’ın ayağına kapanan elçiler yerini sadrazam tayin ettiren elçilere bırakmıştı.

Resmi tarihin bize büyük ıslahatçı, Tanzimat fermanını okuyan Büyük Reşit Paşa diye anlattığı Mustafa Reşit Paşa’ya yabancı tarihçiler İngiliz Reşit Paşa diyorlardı! Reşit Paşa Osmanlı’da önemli bir geleneğin yıkılıp yeni bir dönemin başlamasını gerçekleştiren adamdı. O zamana kadar nüfüslu paşaların himayesine girerek kariyer yapılması gerekirken Reşit Paşayla yabancı bir devlete sırtını dayayarak kariyer yapma durumu başlamıştı.

Reşit Paşanın koruyucusu Türkiye’de uzun yıllar kalan ve kendisine “Sultanların sultanı” denilen İngiliz büyükelçisi Lord Stratford Conningdir. Tanzimat reformlarının gerçek mimarı Lord Stratfordun Türkiye hatıraları adlı kitapta “ Cannıng’ın yardımıyla kabul edilen yasaları uygulamayan paşalar tepe taklak olurlardı” denilmektedir.

Bir İngiliz generalinin Sultan demek Lord Stratford demektir diye öğdüğü büyükelçinin inanılmaz bir gücü vardı. Yine aynı kitapta Mustafa Reşit paşanın gözlerinden yaşlar akarak Canning’in elini öptüğü yazılıdır.”Bak Lord Canning’in Türkiye hatıraları iş bankası yayınları 1959 sh 196” İngiliz Reşit paşadan sonra Mahmut Nedim Paşa Rusya’nın Fuat paşa Fransanın sırtına yaslanmışlar ve Türk dış politikasını yabancı kontrolüne sokmuşlardı.

Artık kaçınılmaz sona yaklaşılıyor kartondan kaplanın gerçek kimliği ortaya çıkıyordu.

Terakki gösteremeyen, üretemeyen, zenginleşemeyen toplumların kaçınılmaz kaderleri tecelli ediyordu. Alt yapı ve devrim gibi değişiklikler beklenemeyeceği için çözüm tekti! Borçlanmak, ama nasıl? Şartların ortaya çıkardığı Galata bankerleri ve güçlü batılı devletler sağlam kefiller veya güçlü teminatlar istiyorlardı.

1838’de boğaziçinde Balta limanında Reşit Paşanın köşkünde İngiliz elçisi Ponsoby ile Reşit paşa arasında imzalanan anlaşma, emekleme safhasındaki fabrikasyon yada sanayi ve el emeğine dayalı küçük işletmeleri ve tüccarları yerle bir etmişti. Osmanlı toplumunu sadece tarımsal üretime yöneltip köylülüğe mahkum etmişti.

Dış borçlar genellikle alt yapı yatırımlarına değil Boğazdaki saray inşaatlarına harcanıyordu. Avrupa kredileri de Avrupa’nın kendi ürettiği malları alma koşuluyla sağlanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu istikrazlarının yüksek faizi ve devletin en verimli gelir kaynaklarını teminat göstermesi batılılara cazip geliyor istikrazlar kısa sürede bitiyordu.

Bir yandan Galata bankerleri Zarifi ve Hristakiden yüksek faizle alınan borçlar bir taraftan batılı devletlere teminat karşılığı satılan yüksek faizli istikrazlarla çark döndürülüyordu.

Sonuç kaçınılmazdı ve bu aymazlık sonucu mali iflas kaçınılmazdı!

Avrupa reform dayatmalarının sonucu 1859 mali buhranı için kurulan itfa sandığının 12 üyesinden sadece biri Müslüman’dı.

Günümüz İMF ve dünya bankası raporlarının 150yıl önceki sunulan bir benzeri olan Hobart-Foster raporu Avrupa’nın çözüm önerilerini içeriyordu.

Bu rapora rağmen “Tatili Tediyat” mali iflas kaçınılmaz oluyordu. Morotunyum ilan edilmişti “1875 başı”

Ve ardından toplam borçların tasfiyesi için yabancılar bir idare kurdular:”Duyun-u Umumiye idaresi”

Bırakın şehirleri, Osmanlı topraklarının en ücra köşelerinde, köylerde bile yabancı duyun memurları Osmanlı adına vergileri toplamaya başlamışlardı. Hatta şahsi bir alacak nedeniyle Fransız filosu Midilli adasını işgal edip gümrüklere el koymuştu. Daha neler, neler!

Abdülaziz!in bir milyon TL rüşvetle verdiği ferman Mısır’a bağımsızlık kazandırmıştı.

Açıkçası siz hiç 500 TL kazanıp 1500 TL harcayan bir ticarethanenin yıllarca ayakta kalabileceğini düşünür müsünüz? Hiç borç veren verdiği borcu bağışlar mı? Karşılığı, teminatı olmadan borç alabilir misiniz? Ürettiğinden fazlasını tüketen bırakın devleti bir aile bile ayakta durabilir mi? Palyatif para oyunları, faiz oyunları, yüksek faiz, ülke kaynaklarının satışlarıyla bulunan geçici çözümler nereye kadar gider?

Emperyal sistem 19. yüzyılda verdiği borçları Duyun-u Umumiye ile kuruşuna kadar tahsil etmedi mi? O borçlar olmasa sağlam bir ekonomik yapı oluşsaydı Osmanlı yıkılır mıydı? Toprak genişliği, nüfus fazlalığıyla şişirilen büyüklük ölçüsü ekonomik verilerin pozitifliğiyle desteklenseydi bunlar başımıza gelir miydi? Dün bankerlerinin ağzına bakıldığı gibi bugünde bütün ekonomik verilerin temel ayağı olarak emperyal sistemin yabancı oyuncularının kontrolünde olan İMKB’ye bakıp indeks yükseldikçe sevinip düştükçe üzülmek geçmişi bir kez daha bütün detaylarıyla hatırlatmıyor mu?

Vatanın yer altı ve yerüstü kaynaklarını global sermaye bırakın açmayı, kaptırırsan mali sistemimiz, telekominikasyon sisteminin neredeyse tamamını emperyal sistemin kontrolüne verirsen sonra da bunun adına başarılı özelleştirmeler dersen “Koç-Sabancı-Eczacıbaşı vs hiçbirinim özelleştirmeden stratejik devlet yatırımlarını almalarına asla itirazınız yok. İtirazımız yabancılaradır” bir gün gelir pişman olursun!

“ Allah yine de pişman etmesin!” Nerelerden nerelere geldik!

Anlatacağımız boyunduruk 1950’lerde vurulmuş değil, ondan 100 kusur yıl önce İngiliz elçilerinin tayin ettirdiği sadrazamlar dönemini yaşamışız ve neler gelmiş başımıza neler! Bu anlattığımız manzara-i Umumiye bugün sizlere bir şeyler hatırlatmıyor mu? Tarih ibret almak için okunmalıdır.