Karar yazarı Lütfü Şahsuvaroğlu, “Törensel çevrecilik!” başlığıyla önemli bir yazı kaleme aldı.

Şahsuvaroğlu’nun yazısı şu şekilde:

Marmara’daki salyaları görünce salya sümük ağlamaya başladık.

Salya sümük ağlayamayanlarda ise zaten ne salya, ne sümük vardı. Önceden bütün pınarları kurumuştu.

Denizdeki salyanın muhtevasını şimdi araştırıyoruz.

Sonra birkaç çalıştay yapacağız.

Çalıştay yaparken bir dizi kabine toplantıları, birçok medya tanıtım organizasyonu, birkaç sivil toplum ile birlikte ve AB hibeli proje geliştireceğiz. Birçok kravatlı, tayyörlü kadınlı erkekli zevat lüks salonlarda teşrifatçılık yapacak.

Törensel çevreciliği çok güzel beceriyoruz.

Üstümüze yok toplantı yapmakta, konuşmakta…

Büyüyoruz ya, yine bu yıl yüzde 7 büyümüşüz. Büyümenin yüzde beşini beş kişi gerçekleştirdiği için milli gelirden de en büyük payı bu beş müteahhit arkadaş alacak tabii…

Ülkenin akıbetini bildiklerinden paralarını başka yaşanacak ülkelere aktarıp o ülkelerin vatandaşlığını bile almışlar şimdiden.

Cinayeti görmeyenler, ilgilenmeyenler ölünün ağzından kan gelince, ifrazat çıkarınca ve katil bir köşeye sinince ortaya çıkıp ölünün ağzından akıttıklarına dikkat kesilirler sanki vicdan sahipleri imişçesine…

Bugünkü halimize bakıp söylemiyorum bu, gün ortasında işlenen cinayeti…

Ne yaptık insanlık olarak?

15 bin yıl önce tarım devrimini yaptık, toprak verdi biz aldık. Su bereketti, su kıyılarına oturduk. Barınaklar, depolar yaptık. Nişastayı eti beslenmemizin özü kıldık. Tahılları geliştirdik, endüstri bitkileri ile ilk sanayi hamlelerini yaptık. Hayvanları ehlileştirdik, giderek nehirleri kuruttuk, okyanusları bile yağmaladık. İnsanın ömrünü uzatacak tıbbi bakım ve hastalık tedavileri geliştirdik, yine doğayı sömürdük. Evler, köşkler yetmedi, saraylar yaptık, daha büyük daha büyük çok büyük şeyler yaptık. Ne yaparsak en büyüğünü yapmanın psikolojik temellerini araştırdık mı?

Rob Hengeveld Atık Küre (Wasted World) adlı eserinde üretimin ve tüketimin sınır olmayan insanın yükselişini ve çöküşünü anlatıyor. Kim tutardı ki bizi? “Bizim için tavan yoktu” diyor yazar.

Sayımızın artışından niye endişe edelim ki? Daha fazla üretim için zorlayabiliriz doğayı, her şeyi… Bu sınır tanımaz büyümeye ne engel? Kaynak sıkıntısı mı? Yoksa aşırı miktardaki kirletici mi?

Her şeyi kirletince, toprağı, suyu, hatta denizleri, okyanusları bile… Atık yönetimi ve geri kazanım gibi çağdaş buluşlara imza attık.

Çöpümüzü bile temizliyorsak ne beis?...

Büyümeye, üretmeye aşırı tüketmeye, çöp üstüne çöp yığmaya devam o zaman…

Hengeveld soruyor:

“Geri kazanıma rağmen, çevre, kendisine karışıp yitime uğrayan minerallerle daha ne kadar kirlenecek? Peki, geri kazanım için hâlâ yeteri kadar mineral kaldı mı?”*

Artık büyük miktarlardaki mineraller ve değerli bileşimler çevremizde yeterli miktarda değil. Ve mevcudun da konsantrasyonu düşük. Yani ortamdan topladıklarımızı geri kazanım için fiziki, kimyevi ve biyolojik materyalimiz sınırlı.

Mesela Marmara’da artık denizin kendi kendini temizlemesi, kirlerinden arınması için devreye soktuğu ayrıştırıcı minerallerin çoğu sonsuza kadar yok oldu. İşte bu yüzden deniz yıllardır isyan ediyor, haykırıyordu. Alarm veriyordu çevre… Ne yapmalıydık?

Mükemmel bir iç deniz olan Marmara’ya bundan böyle atık sular ve sanayi atıklarını bırakmamalıydık. Gerek tarımdan dönen suları, gerekse sanayi atıklarını… Marmara bölgesinde çarpık sanayileşme ve kentleşmeyi çok önceden kontrol etmeliydik.

Biz ise tam tersini yaptık.

İstanbul’u da diğer Marmara kentlerini de daha da büyüttük. Devasa binalar yaptık, cazip hale getirdiğimiz yetmedi, yaşam standartlarını yükselttik.

Yani kirletici sayısı ve kirli şeylerin miktarı arttı.

Kirlendik ve tepindik bu şehirlerin üstünde.

Halının altına süpürdük sonra şehrimizi temiz görsünler diye ne var, ne yok!...

Halının altına yani Marmara Denizinin altına, daha altına…

Maalesef asrın hükümdarı olarak bir açılış töreninde aynen böyle dedik:

“Sanayicimiz üretmeye devam etsin, tek kaygısı üretmek olsun; biz onları arıtmadan azade ettik, artık onların pisliğini de biz temizleyeceğiz, derin deşarj sistemini getirdik.”

Yani mevcut ve de çalışmayan sanayicinin arada sükse yapıp resim çektirdiği arıtma tesisleri de kapandı. Sorumsuzluk tarihte eşi benzeri görülmemiş boyutlara taşındı.

Derin deşarj ne demek kimse sormadı, araştırmadı.

Marmara Denizinin altı öteden beri içinde canlı barındırmayan ölü bir deniz.

Balıkların beslendiği ortam yitip gitmişti çoktan.

Yüzeyde deniz, sanki binlerce yıldan bu yana değişmemiş, dalgalanıyordu.

O alt tabakaya yeni zehirler akıtılınca ölüler yüzeye çıktı. Ölü olan ne varsa salya sümük ağızdan aktı…

Şimdi feveran ediyoruz ama kimse mesuliyetini müdrik olmadığından ölünün ardından parayla ağıt yakanlar gibiyiz.

Evet şimdi araştırıyoruz, “deniz bize bunu niye yaptın?” diye onu sorguya çekiyoruz. Sonra çalıştaylar yapacağız ve sonra yeni törenler...

*Rob Hengeveld, Atık Küre, Çev.Nafiz Güder, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2019

Editör: TE Bilişim