Hani, “Gerçeklerin mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” denir ya; doğrudur. Doğrudur da asıl huyları ortaya çıkmakla kalmayıp kendilerinden kaçanları ya da gizleyenleri bulup hesap sorulmasını sağlamalarıdır.

“Çağın belası” olma yolunda hızla ilerleyen Covid 19 ya da Korona hemen hemen bütün dünyayı esir aldı. Haliyle Türkiyemiz de bundan kaçamadı. Sağlık Bakanı ve oluşturulan Bilim Kurulu üyelerinin ikna edici açıklamaları uzun süre insanımızı rahatlatmış, en azından bu konuda siyasi ayrılıklar bile nerede ise unutulmuştu. Gelin görün ki zaman ilerledikçe işin seyri değişmeye başladı. Öyle ki, verilen rakamlar, yapılan açıklamalar artık tatmin edici bulunmuyor, gerçeklerin gizlendiğine dair haberler yükseliyordu. Hele de “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kanaati oluştuktan sonra “Yeni normal” olarak adlandırılan dönem ve ardından başlayan gevşeme/gevşetilme döneminde görülen vakalar hakkında pek çok söylenti ortaya çıkınca Sağlık Bakanı’nın açıklamaları, uyarıları bile havada kalmaya başladı. Bu arada sanırım Bilim Kurulu üyeleri de eskisi gibi televizyon kanallarında görünmez oldular.

Televizyonda ciddi programlar yapan ve yazılar yazan Fatih Altaylı, görüştüğü ilgili sağlık personelinden, “Açıklanan rakamların yedi, hatta on ile çarpılması gerektiğine, hastanelerde doluluk oranlarının gittikçe arttığı için vakalara cevap verilemez olduğuna ve dolayısıyla sağlık sisteminin çökmek üzere olduğuna” dair bilgiler aldığını yazınca ortalık karışıverdi. Öyle ki, Ankara İl Sağlık Müdürlüğü bir açıklama yapmak zorunda kalarak yazılanları ve söylenenleri yalanlayıp Ankara hastanelerindeki doluluk oranları ile ilgili bir iki rakam verdi.

Biz de gazeteciyiz ya, kulağımız delik oluyor. Tam da o yazının gündemde olduğu sırada şöyle bir hava alıp gözlemlerde bulunmak üzere dışarı çıkmıştım. Evet, halkımız hemen her şeyi boş vermiş durumda idi. Maske takan da takmayan da, taksa bile mesafeye uyan da uymayan da ortalıkta dolaşıyor, parklarda sohbet gırla gidiyor, “Sosyal Mesafe” denen nesne adeta yok sayılıyordu! Bir parkın içinden geçerken, “Şehir Hastanesi” lafını duyunca durakladım ve dikkat kesildim. Konuşanlardan birinin hastası varmış ve ameliyat olması gerekiyormuş ancak ertelenmiş. Sebebini sorduklarında şunları söyledi: “Çok acil ve hayati olmayan ameliyatları yapmıyorlar. Koronalılara öncelik veriyorlarmış. Zaten yataklar da onlara ayrıldığı için bizi çıkardılar!”

Sağlık Müdürlüğü’nün yaptığı açıklama ile ayaküstü duyduğum bu haber birbirine oldukça zıttı ve ister istemez Fatih Altaylı’nın yazdıklarını düşünmeye başladım. Yazılanlar ve parkta duyduklarım gerçekten doğru ise milletten saklamanın anlamı nedir? Yetkililer “Toplumda infial uyandırmamak” gibi bir açıklama yapabilirler ancak gerçekler olduğu gibi açıklanmayınca da işte parklar bahçeler, piknik alanları, plajlar dolup taşıyor, düğünlerde vur patlasın çal oynasın halaylar çekiliyor, eğlence yerlerinde şamatanın dozu arttıkça artıyor. Dolayısıyla, hastanelerde yatak ve yoğun bakım üniteleri şimdilerde yeterli ise bile bu gidişle yetersiz hale gelebilecektir. Onun içindir ki vatandaşa, “Farkında mısınız” diyerek ciddi ikazlarda bulunmanın zamanı gelmiştir artık. İnsanoğlu bu; “Yeni Normal”i hemen unutup “Tam”, onunla da yetinmeyip “Süper, mega, ultra normal” peşinde koşabilir! Nitekim Ankara İl Sağlık Müdürlüğü’nün açıklaması da böyle bir hava yarattı ve internet ortamında, “Korkulacak bir şey yokmuş” dercesine servis edilmeye başlandı.

Sağlık alanında ve Coronalı hayatla ilgili yazacağımız gerçekler şimdilik bu kadar. Testi kırılmadan, iş işten geçmeden hem ilgililere hem de vatandaşlarımıza bu hatırlatmaları yaptıktan sonra geçelim tarımdaki gerçeklere!

Son günlerde açıklanan bazı rakamlar ve güya tedbir konusunda uygulamaya konanlar adeta yüreğimize oturdu. Biz bilirdik ki “Türkiye buğdayın ana vatanıdır!” Biz bilirdik ki “Türkiye, tarım ve hayvancılık ürünleri bakımından dünyanın kendi kendine yeten yedi ülkesinden biridir!” Onun için gençlik yıllarımızda Milliyetçi Hareket’in “Tarım Kentleri” politikasını anlatıyor, köylerde “Cazibe Merkezleri” oluşturarak üretimin daha çok nasıl arttırılacağını, köylerimizin ve köylümüzün nasıl kalkınacağını anlata anlata bitiremiyorduk. Bu politikaları savunup kitabını da yazan Milliyetçi Hareket’e iktidar ucundan kıyısından uğrasa da tam manasıyla nasip olmadı. Öyle anlaşılıyor ki şimdiki yöneticileri de zaten bu işleri çoktan unutmuş görünüyorlar. Geçelim rakamlara…

“Buğdayın Anavatanı” olarak bildiğimiz Türkiye 2019 yılında tam 9.8 milyon ton buğday İTHAL EDEREK 2.3 MİLYAR DOLAR döviz ödemiş, iyi mi? Üstelik buğday ithal eden ülkeler arasında “Dünya birincisi” olmuşuz! Oysa Türkiyemiz, bu güzel ülkemiz buğday ihracatında dünya birincisi olmalı idi.

Yalnızca buğday değil tabii, mercimek, kuru fasulye, nohut, sarımsak, saman, et, hatta zaman zaman soğan – patates bile ithal eder hale geldik. Neden? Niçin?

Tabii ki öncelikle üretmediğimiz, üretim merkezlerini boşaltıp köyü ve köylüyü şehirlere taşıdığımız, şehirlerin çevrelerinde bulunan köyleri mahalle yapıp ekime elverişli toprakları beton bloklarla doldurduğumuz için ve tabii ki üretene yeterli destek verilmediği, Pazar açılmadığı, ithalatla önünün kesildiği için. Daha pek çok sebep sayılabilir. Ancak bu konuda en büyük suçlunun, iktidarlar tarafından uygulanan yanlış tarım ve hayvancılık politikaları olduğu gün gibi ortada. Gümrük vergileri düşürülen şu İTHAL TARIM ÜRÜNLERİ listesine ve indirim miktarlarına bakar mısınız?

Bakınca “Aman ne güzel” denebilir değil mi? Ama hiç de öyle değil. Bu tablo, Türkiye’de üretimin bittiğinin, bitirildiğinin acı, hem de çok acı bir reçetesidir aslında. Bu tablo aynı zamanda, üreticimizin değil, ithalatçı firmaların ve yabancı üreticilerin destekleniyor olmasının belgesidir. Sarımsak, ayçiçeği, ceviz yurdumuzun hemen her yerinde, her toprakta yetişen ürünler. Akdeniz sahil şeridi muz üretimine, Karadeniz bölgesi çay üretimine elverişli. Ankara’da küçük bir bahçem var, kendi aileme yetecek kadar soğan, sarımsak, patates, domates ve biber üretebiliyorum. Yıllardan beri ithal ürünlere ve ithalatçılara verilen bu destek üreticilere verilse, teşvik edilseler, pazar açılsa olmaz mı idi? 20-25 yıl öncesinde olduğu gibi yine tarımda kendi kendine yeten bir ülke olmamız için her şey var ama uygulanan politikalar yanlış olduğu için olmuyor, başkalarını zengin ediyoruz. Hep Hollanda örneği veriyoruz ama ne yapalım yani? Adamlar sistemlerini kurmuşlar, politikalarını tavizsiz uyguluyorlar ve yüzölçümü yalnızca bizim Konya ilimiz kadar olan, doğru dürüst güneş yüzü bile görmeyen o bücür ülke tarım ve sanayi üretimi ile bunlara dayalı ihracatta bizi en az yediye sekize katlıyor. Bu gerçekler gün gibi ortada iken yazmayalım mı, sitem etmeyelim mi, uyarmayalım mı, -kendimizden geçtik de- gelecek nesillerimizin haklarını aramayalım mı?

Son söz: Bir memleket yalnızca inşaatla kalkınmaz. Tarım ve hayvancılık bitirilir, üretim durursa göğe yükselen o beton bloklar mezardan farksız hale gelebilir. Evet, gerçeklerden kaçmak mümkün değildir. Öyle bir gün gelir ki kaçanı mutlaka bulur ve hesabını sorar!