Depremler yaşanır, kimi yıkar geçer kimi yakar geçer. Kimisi de hem yakar hem de yıkar…

Fiziki depremler yaşanır, genç yaşlı, çoluk çocuk demeden yiten canlar, yıkılan yuvalar, silinen maziler, yetimler, öksüzler…

Manevi depremler yaşanır, gönüllere çentik atan, vefaya el sallayan, eski dostları hasım, eski rakipleri dost (!) kılan, dün dünde kaldı dedirten…

Bizim camiamız bugün her iki depremi birlikte anıyor. İkincisinden başlayalım isterseniz.

Kolay mıdır, bir ömür vermişsiniz, başkaca bir sevdanız olmamış. Arkadaş çevrenizin, dost yapınızın, memur iseniz bürokrasi hayatınızın, işçi iseniz hak arayışlarınızın, iş adamı iseniz zorluklarınızın, çiftçi iseniz nasırlarınızın, hülasa anılarınızın, kavgalarınızın, ziyaretlerinizin hemen tamamında aynı ortak paydada olduklarınızla gönül kardeşliğiniz gölgelenerek sürse de yol arkadaşlığınız sona eriyor.

Biz neden başaramadık sorusu hep bir yerlerde asılı durdu. Hani sanatçımız Mustafa Yıldızdoğan merhum Başbuğ’un ardından demişti ya, “Yandı yürekler yandı. / Yağan kar ile sönmez.” İşte tamda öyle yürekler yanıyor lakin umurunda olması gerekenler oralı bile değil. Biri daha gitti çok şükür veya biri daha geldi elhamdülillah hesabıyla yanan yürekler söner mi?

Asıl depreme gelince, yakın geçmişte yaşadığımız depremlerin en şiddetlisi, 17 Ağustos 1999 gecesi Gölcük merkezliydi. 17.480 kişi hayatını kaybetti. Maddi zararı ise ölçülemeyecek kadar büyüktü, çünkü Marmara bölgesi Türkiye sanayinin ve nüfus yoğunluğunun merkeziydi.

Size bir soru. 17 Ağustos depreminde mevcut iktidar görevde olsaydı ne olurdu?

Deprem enkazının altından o günkü koalisyon hükümetinin kalktığı hız ve başarıyla kalkabilir miydi bilinmez ama bir şeyden adımız kadar emin olabiliriz ki, halka bunu çok iyi anlatırdı. Bu işi koordine eden bakanlarını kahraman ilan ettirirdi. İşte 15 yıl ve artısında kesintisiz iktidarda kalmanın formülü buradadır.

Peki biz ne yaptık?

Aradan 18 yıl geçmesine, o yıl doğan çocukların çoğu bu yıl üniversiteli olmasına rağmen kendimizi dövmekten vazgeçemedik. Demedik ve demiyoruz ki, o gün acıyı merhametle paylaştık, kıt imkanlara karşın yaraları sardık, lakin topluma anlatamadık.

Özellikle dönemin Bakanının Genel Başkan adayıyım demesiyle birlikte, Yüce Divanın 11 üyesinin tamamının oyuyla aklanan kararı dahi yeterince sahiplenilmedi. Diyelim ki, bir üyenin gözünden kaçtı, bir üye iltimas geçti, biri duymadı, biri konuşmadı, öyle oldu böyle oldu ama ortada oybirliği var, daha ne diye konuşursunuz diyen olmadı.

Demediler ki, böyle bir aklanma tek şartla olur… Ortada dedikodudan, iftiradan, çekememezlikten öte dişe dokunur somut bilgi-belge-delil olmazsa olur.

Bu sadece bir örnek. Ne demek istediğimi bizim mahallenin mensupları ve anlayan anlamıştır zaten. Eğer bunu başarabilseydik, ülkücülerin bu ülkeyi yönetebileceğine milletimiz inanırdı.

Bir yerlere çekmeye, niyet okumaya gerek yok, önemli olan refleks ve bakış açısıdır. Hani arifler beşiği Anadolu da bir söz var ya, “siz herkesi kör alemi sersem mi sanırsınız.”, insanlar görür ve başarıyı dahi bölüşmesini bilmeyenlere oy, destek vermez. İktidar yüzü göstermez.

17 Ağustos 1999 sonrası yazdığım “Bir Deprem Bir Acı Bir de Gözyaşı” şiirimin dört Mısra’sıyla noktalayalım yazıyı.

“Yer yerinden oynadı, karanlık bir gecede,

Anlatmak mümkün müdür, depremi üç hecede,

Bir varmış, bir de yokmuş, bir masalmış misali,

Can gitti, canan gitti, bir de yavru kan gitti…”

Es-selam olsun, ves-selam olsun, has-kelam olsun, 17 Ağustos’ta yitirdiklerimizi rahmetle, emeği geçenleri vefayla, gönlü burukları hasretle ananlara.