367 KEPAZELİĞİNDEN,  BAŞKANLIK DAYATMASINA…!


Rubil GÖKDEMİR


Hukuk kurallarına uyma bilincinin yüksek olmadığı, demokratik esasları “içselleştirememiş” ve sağlam geleneklere sahip olmayan toplumlarda; anayasalar dahîl olmak üzere en temel normların bile zaman zaman “siyasal kriz” sebebi olduğuna şahit oluruz.


Ülkemizde 1961 Anayasası’nda cumhurbaşkanının nasıl seçileceği yazılı olarak belirlenmesine karşın, 1980 yılına kadar her cumhurbaşkanlığı seçimleri siyasal krizlere yol açmıştır. 1980 yılına kadar ortaya çıkan krizlerin ağırlıklı olarak “askeri vesayet” sebebiyle çıktığını rahatlıkla ifade edebiliriz.


1982 Anayasası’nda ise Cumhurbaşkanlığı; “yarı başkanlık” sistemine benzer bir şekilde yürütme organını, başbakanın yanında iki başlı kılacak şekilde geniş yetkilerle donatılmış ve özellikle cumhurbaşkanı seçilen Kenan Evren’in seçilmiş hükûmetleri kontrol etmesi amaçlanmıştır.   1982 Anayasasına göre yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri 2007 yılına kadar yazılı hükümlere uygun bir şekilde yapılmış ve esas olarak bir siyasi krize sebep olmamıştır. Nitekim; 1982 Anayasası döneminde 450 milletvekili bulunan TBMM’de 285 üyenin katıldığı oylamada 8. Cumhurbaşkanı olarak Turgut ÖZAL, 3.turda 263 oyla, 9.Cumhurbaşkanı olarak Süleyman DEMİREL, 3. Turda 244 oyla ve 550 milletvekilinin bulunduğu mecliste 10.Cumhurbaşkanı olarak A. Necdet SEZER, 3.turda 330 oyla seçilmiştir.   Yukarıdaki hafızamızı tazeleyen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, 550 üyeli mecliste 2007 yılında 354 üyeyle temsil edilen AKP iktidarına kadar cumhurbaşkanlığı seçimleri siyasi bir kriz sebebi olmamıştır.   2007 yılının 16 Mayıs tarihinde görev süresi dolacak olan A. Necdet SEZER’in yerine görev yapacak olan 11.Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, başta emekli Yargıtay Başsavcısı Sabih KANADOĞLU olmak üzere, kendisini “rejimin gerçek sahibi” zanneden “devrim muhafızı” hukukçular, Anayasanın 102.maddesinde “toplantı yeter sayısı” gibi bir düzenleme bulunmamasına rağmen, “367 sayısı bulunmadan meclisin toplantıya başlayamayacağı ve cumhurbaşkanlığı seçimine geçilemeyeceği” gibi, hukuk ilkeleri ve demokratik esasları alt üst eden bir içtihat uydurdular. Kamuoyunu bu yönde propaganda sağanağına muhatap kıldılar.


Rejim muhafızlarının top yekûn harekete geçtiği, basının da ağırlıklı olarak bu koroya katıldığı ve “27 NİSAN E MUHTIRASININ” verildiği bir ortamda 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan ve 361 üyenin katıldığı ilk tur oylamada,  AKP’nin aday gösterdiği Abdullah GÜL 357 oy aldı. Bu oylamaya 367 üyenin katılmadığı gerekçesiyle, seçim sonucunu “İPTALİ  İSTEMİYLE” Anayasa Mahkemesi’ne taşıyan CHP’nin başvurusu üzerine, Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs 2007 tarihli hukuk tarihine “367 rezaleti” olarak geçecek kararını 5’e karşı 6 oy çokluğuyla verdi ve seçimin ilk turunda mecliste 367 milletvekili bulunmadığı gerekçesiyle, yapılan oylamayı iptal etti.   İkinci turda da 367 oy bulunamayınca 11.Cumhurbaşkanı seçilemedi ve mecliste alınan erken seçim kararıyla, seçimlerin 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılmasına karar verildi. Ayrıca 370 oyla yapılan anayasa değişikliği ile “cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesine” karar verildi. Bu değişikliğin doğrudan yürürlüğe girmesi mümkün iken, Cumhurbaşkanı A. Necdet SEZER’in referanduma götürmesi üzerine, 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referandumda % 68 evet oyuyla kabul edilerek yürürlüğe girmiş oldu.   Anayasa değişikliği öncesi ve 22 Temmuz seçim sonuçlarına göre, tekrar Cumhurbaşkanı adayı gösterilen Abdullah GÜL 28 Ağustos 2007 tarihinde ve 3.turda 339 oyla 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi.   Dikkat edileceği üzere, 27 Nisan tarihinde 357 oyla seçilemeyen Abdullah GÜL, 28 Ağustos’ta MHP milletvekillerinin toplantıya katılması sayesinde 3.turda 339 oyla seçilmiş oldu.


Yürürlükteki anayasaya göre meclis tarafından seçilen son Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi sonuna kadar, “halk tarafından doğrudan seçilen cumhurbaşkanın, anayasadaki mevcut geniş yetkileri de dikkate alınarak ileride nasıl problemlere yol açacağı” hususu üzerinde hiç düşünülmeksizin, konu yedi yıl boyunca buzdolabına kaldırılmış oldu.


Bütün bu hatırlatmaları niye yaptık? 


Siyasete ilgi duyan her ortalama Türk vatandaşının bilebileceği bu malûmatı vermemizin sebebi; “sağcısı-solcusu, liberali-muhafazakârı” olmak üzere, artık batı dünyasının benimsediği değerler olmanın ötesinde “insanlığın ortak birikim ve mirası” olması gereken “evrensel hukuk ilkeleri ve demokratik esasların”, kendisini rejimin gerçek sahibi zanneden ve statükoyu temsil eden muktedirler tarafından tam anlamıyla benimsenmediği ve işlerine geldiği zaman kolaylıkla ihlâl edilebileceğinin örnekleri olarak hatırlattık.   İşaret ettiğimiz bu temel ilkelerin siyasi ve sosyal hayatımızda “vazgeçilmez referanslarımız” olarak kabul edilmesi gerekirken; statükoyu temsil edenlerce tam bir “oportünizm” örneği teşkil edecek şekilde, kişisel ve siyasi hesaplar doğrultusunda göz ardı edilmesinin bu örneklerini millet olarak hiç unutmamalıyız.    367 kepazeliğinin mağduru ve mazlûmu olmaları sebebiyle, milletimiz tarafından gösterilen basiret ve ferasetle 2007 sonrasında fazlasıyla ödüllendirilen yeni “muktedirlerimiz” ise;  ilk fırsatta, millet iradesinden “tek adam” yönetimi devşirmeye kalkıştılar.   Gündemimize istikrarlı hükûmet kurma gerekçesiyle getirilen ve bu anlamda “yürütme” erkini temsil etmesi gereken “başkan/cumhurbaşkanının” hükûmet etme yetkisi dışında, millî iradenin yüzde yüzüyle oluşan “yasama” ve tarafsız ve bağımsız olması gereken “yargı” erkine dair yetkilere de ilişmesinin doğru ve yerinde olduğunu canhıraş bir şekilde TV ekranı ve gazetelerde savunmaya çalışanların artık “vesayetçi” Sabih KANADOĞLU ve benzerlerinden farkları kalmamıştır. 


Sistemin yeni “devrim muhafızları” Türk Milletini; “devletin bekâsı ve milletin karşı karşıya bulunduğu tehlikelere” işaret ederek, tek adamın kurtarıcılığına ikna etmeye çalışıyorlar. Anayasa değişikliği ile bırakınız “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin yerle bir edilmesini, yasama organı olan TBMM’nin darbe döneminin “danışma meclisine” dönüştürülmesini, binlerce yıllık devlet sistemimiz ve kurumlarımızın alt üst edileceği ve zaman zaman da muktedirler tarafından da “itiraf ve ifade” edildiği üzere, “yeni bir devlet” kurulması amaçlanmaktadır.   Tarih sahnesine yeni çıkan nevzûhur milletler hariç olmak üzere; başta Türk Milleti gibi hiçbir köklü millet, binlerce yılın tecrübesiyle oluşmuş bütün kurumlarından bu kadar kolay vazgeçemez ve “yeni bir kurtuluş savaşı ve yeni bir Türkiye” söylemleriyle, rejim tek bir adamın iradesine bırakılamaz.
Hiç kimse unutmamalıdır ki, içinde bulunduğumuz şartların ağırlığı ve konjoktürün imtiyazlı cazibesine kapılarak, “anormali” normal gibi savunmak ve milletin aklıyla alay edenler; yarın sokağa çıkamaz hale gelirler, taşıdıkları unvanlar tartışmalı hale gelir.   Okuyucularımın inanmasını isterim ki bu satırları, “falan kişi veya falan partiye” karşı olmak sâikiyle değil, “evrensel hukuk ilkeleri, hukuk devletine olan inancım ve demokratik esasların” Türk Milleti için en doğru ve insanca bir devletin temel ilkelerini temsil edeceği kanaatiyle yazıyorum. Bu ilkelerin, batılıların çifte standartlı politikalarına âlet edilmesinden bağımsız olarak, Türk Milletinin bu standartları fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.     Bu sebeple kimse demokratik esaslar dışında Türk Milletine “vasilik-çobanlık” rolüne soyunmasın. Bu milletin derin bir irfan ve feraset sahibi olduğunu 15 Temmuz direnişiyle tekrar göstermiş olduğunu hatırlatmak zorundayız. Bütün devlet yetkilerini elinde bulunduranların, ihmâl ve gafletine karşın, Türk Milletinin topyekûn devletin ve milletin geleceğine el koyduğunu, alçakça saldırıları hangi gerekçeyle defettiğini ve canını niye ortaya koyduğunu herkesin bir kez daha değerlendirmesini tavsiye ediyorum. 


Bir Türk Milliyetçisi ve hukuk adamı olarak, bu zor coğrafyada güçlü ve hızlı karar alabilen, istikrârlı hükûmetlere ihtiyacımız olduğuna inandığım gibi, millet iradesini temsil eden, denetim ve yasama görevini yerine getirmesi gereken TBMM üzerinde kurulmak istenen bir kişinin vesayetini reddediyor, bağımsız ve tarafsız bir yargı ile hukuki güvence altında, onurlu ve refah içinde yaşayacağımız bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz. 


Getirilmek istenen sistemle belirlenen “tek adamın” denetlenmesinin, neredeyse imkânsız hale getirildiği düzenlemelere bakıldığında, başkanlık kararnamelerine ilişkin hükümler dikkate alındığında, kim böyle sistemin demokratik olduğunu ve hukuk devletiyle uygun olduğunu iddia edebilir. Millet iradesine inanalar, milleti temsil eden TBMM’nin hukuk içinde denetim yetkisine de güvenmek zorundadırlar. Beni ancak 401 üyenin oyuyla yargılayabilirsiniz demek millete inanmamak ve güvenmemek demektir.   Kimse hukuk ve demokrasi içinde yaşama arzumuzu bize ve milletimize çok görmemelidir.    Türk Milletinin; en az iki yüz yıllık bir tarihî süreçte elde ettiği “hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” esasından kolayca vazgeçeceği veya bu yetkiyi “tek bir kişiye” devredeceğini düşünenler çok kısa sürede yanıldıklarını anlayacaklardır. Çünkü; bilinmelidir ki, ne kadar güçlü “propaganda” mekanizmalarına sahip olursak olalım, tarihin doğru akışını tersine çevirmek, propaganda ile mümkün değildir.

Editör: TE Bilişim