Tıpkı hafta içi uyandığım saatte, sabahın 7.30’da uyanıyorum Pazar günleri de..

Alışmışken bünye tatil filan dinlemiyor, bozmuyorum düzeni. Haftanın her günü aynı saatte uyanıyorum…

Sabahın erken saatleri.

Haftalık yazılarımı genellikle Pazar günleri kaleme alıyorum. Öncesinde gazetelere, günlük haberlere göz atıyorum.

Önümdeki gazetelerde boy boy bir parti liderinin (derdim isimler değil, olaylar olduğu için gerekmedikçe isimleri çok önemsemiyorum) Muğla’daki miting öncesi ya da sonrası halkın arasına karışıp kucağına alıp sevdiği çocukla verdiği poz!

Boy boy!!

Masum çocukları kucaklarına alıp kameralara pozlar veriyorlar ya,

Siyaset için o çocuklar kullanılıyor ya,

Siyaset için basın ordusuyla kömür ocağına, yerin altına inip maden işçileriyle iftar açıyorlar, sonrada “…. Kömür, maden işçileriyle yerin altında iftarını açtı” manşetleri ve verilen pozlar!

Boy boy!!

Sıkışıldığında büyük kalabalıklara sığınıp sonrasında da koca bir ama!!!

Akşamları şatafatlı şatolarında kuş sütleriyle besleniyorlar ya!..

Böylesi hallerde sığındıkları Ahmet amca, çocuklarını kullandıkları Fatma, Ayşe ablalar ertesi gün çocuğuna sütün yanında bir pakette bisküvi almak için eşine, dostuna haber bırakıp, o gün fazladan bir ev temizlemenin, temizlerse fazladan bir paket bisküvi almanın telaşına düşerler…

Ve o siyasiler bu çirkin pozları vererek yıllardır refah ve rahatlık getirmeyi pazarlamanın mutlu avuntusuna hala devam ediyor.

Ve tabii ki o vaat edilenler olmuyor, tabii ki de olamayacak.

Ne zamana kadar?

Halka pazarlanacak yeni şeyler icat edilene kadar!

Yahu tamam da o Ahmet amca, o Fatma ablaya sesleniyorum;

Alet etmeyin çocuklarınızı böylesi sevilmelere!

Masumiyetinizi böylesi iyi niyetli, böylesi bedava vermeyin kalben kıymet bilmeyene…

Seçilmeden önce onlarca kez kapınıza gelene değil, seçildikten sonra sizi hatırlayıp gelene verin hak ettiği kıymeti!..

Önce hak etsin o amca çocuğunu sevmeyi!

İki paket bisküvi yiyebilsin kimseye minnet etmeden.

O zaman sevsin.

Hadi o siyasetine malzeme oluşturuyor, ya siz! Düşmüyor musunuz sütü bu kadar zor almanın telaşına?

Sabahın güneş görmemiş hallerinde yerin katlarca altına inip, günlerce göremeden güneşi çıkmıyor musun yerin üstüne?

Aslında bu yazımda hazır gündem birbirine karışmış, millet tüm milli değerlerimizin hakkını vermiş ve sıra rakımı daha milli, ayran mı daha milli noktasına ulaşmışken ben ötekileri hatırlayıp biraz kaleme alayım demiştim ama dayanamayıp birkaç cümle ettim yukarıda.

Ötekilerden birisiydi oda benim için… Mehmet Ali AĞCA…

19 Ocak 2010 da tahliye oldu

Gazeteci-yazar Abdi İpekçi suikastı hükümlüsü olan ve Papa 2. Jean Paul'a suikast girişiminde bulunan Mehmet Ali Ağca'nın 30 yıllık cezaevi hayatı bitmişti.

Çıkmasının hemen ardından Ankara Kavaklıdere'de lüks bir otele yerleşip birkaç gün Ankara’da dinlendi, ardındanda büyük bir gizlilik içerisinde İstanbul’a geldi.

İstanbul basını o taşın altı senin, bu taşın altı benim Ağca’yı arasa da sanki yer yarılmış yerin altına girmişti.

Bir araştırmacı ve gazeteci olarak tabi ki çokça merak ettiklerim vardı. Ve tabi ki genç ve toy olarak çıktığı yolda, tüm dünyanın konuştuğu adam olmayı böylesi kirlenmişliklerle becermesi, bu süreçte yaşadıkları merak ettiklerimdi.’ 

Avukatları ile diyaloga geçtim, hatırlı bir dostumun aracılığıyla tanışıp arkadaş olmuştuk avukatı Gökay ve Yılmaz”la.

Kırmadılar beni, birkaç gün geçmişti ki arayıp Mehmet Ali Ağca ile görüştüreceklerini söylediler. Önce kendileriyle buluşup bir çay ve kahve süresince konuşup, sonraki günde haberleşip tekrar Kadıköy’de bir araya gelerek Ağca’nın kaldığı eve diğer basına yakalanmama tedbirleri eşliğinde ulaşmıştık. Kapıyı kardeşi Adnan açtı ve içeriye buyur etti bizi.

Geçmişten eş dost toplanıp etrafına sahiplenmiş, en öncesinde de yaşanan bu ilgiyi bünyeleri yanlış algılamış, Ağca’nın karşısında el pençe divan hallerde duran bu insanların eşliğinde evin salonuna geçerek koltuğa oturduk. Birkaç dakika sonrada o alışık lacivert takım elbise, açık mavi gömlek ve koyu mavi kravatlı Ağca içerideki odalardan birinden çıkarak salona geldi. Herkes büyük bir resitalle ayağa kalkıp abartılmış bir saygı eşliğinde yerine oturmasını beklediler. Benimle tokalaşıp “hoş geldin” diyerek karşımdaki koltuğa oturdu.

Birkaç kelime konuşmuştuk daha.

Üzerine sonradan, derme çatma montajlanmış bir hafız edasıyla “Bak kardeşim”  diyerek söze başladı.

Papa suikastından birkaç pasaj,  Abdi İpekçi suikastinden yine aynı şekilde birkaç pasaj, Vatikan söylevleri eşliğinde gerçekleştirdiği Ağca tarzı bir sunumla “Bak ben çok önemli şeyler biliyorum ve konuşursam yer yerinden oynar” şovunu tahmini on dakikalık bir konuşmayla nihayet bitirmiş ve iş röportaj faslını konuşmaya gelmişti

Karşımızda oturan Adnan sanki uzun yıllardır abisi ve onun gibileri pazarlıyormuş edasıyla lafa girdi;

“Çetin bey biliyorsunuz abim” diye başlayıp birkaç cümle kurup işi bütçeye getirip, abisiyle yapılacak her türlü canlı yayın röportaj gibi şeylerin fiyatını söyledi…

Rakamlar oldukça uçuk ve astromikti!

Ben kardeşi Adnan’ın bu dramatik oyunu daha fazla uzatmasını istemeyerek uygun bir dille noktalayıp avukatlarla da göz temasımı kurarak sohbeti sonlandırıp görüşmek üzere diyerek Mesih edalı Ağca’nın bulunduğu ortamdan ayrıldık…

Aradan bir hafta kadar bir süre geçmişti ki tekrar diyaloga geçildi benimle. Bu sefer Sultanahmet’ti buluşma mekânımız…

Yine polis filmlerini aratmayacak bir gizemle Sultanahmet’te bir halıcının üst katında bir araya geldik, Ağca ve arkadaşlarıyla…

Belli ki bekledikleri olmamıştı, ortaya attıkları rakamla benim gibi kimse ilgilenmemişti ki yine Adnan, Ağca’yla yaptığımız sohbetin aralarında lafı rakama getiriyordu, fiyatı oldukça düşürmüştü.

Yine bir sürü neler bildikleriyle ilgili konuştuk, evet iki cümlesinden birinde Mesih olduğunun ve dünya barışı için bir şeyler yapılmasının altını çiziyordu amaa “para almazsam konuşmam” edası oldukça netti…

Bir kez daha para vererek habercilik yapmamanın iç huzuruyla bu görüşme uzun bir süre orada noktalandı. Sonraki aylarda birkaç TV ekranında gördüğümde ise “umarım para verip çıkarmamışlardır, umarım bir kez daha haber paraya yenilmemiştir” diye de aklımdan geçirdim bolca…

Ekranlarda da, kendisiyle bir araya geldiğimizde de söylediklerinin dışında pek farklı bir şey söylememişti. O zamanda aklımdan “anlaşılan Adnan yine düşlediği parayı koparamamış” oldu…

Tabi ki avukatlarıyla diyalogum hiç kesilmedi, arkadaşlığımız devam etti ve ediyor…

Geçtiğimiz günlerde telefonum çaldı, arayan Mehmet Ali Ağcaydı.

Birkaç dakikalık görüşmenin arkasından bir araya gelip çay içme konusunda sözleştik. Birkaç gün sonra da bir araya geldik yine İstanbul’un bir başka ucunda. Üzerinde spor giysiler vardı, o Mesih hallerinden hiçbir şey kalmamıştı, zorlada olsa hayat iteleye, kalaya kendisine montajlamıştı Ağca’yıda…

Ne arkadaşları vardı yanında, nede kardeşi Adnan!

Adnan’ın olmayışı hayatın yaptığı bu montajlamanın aslında ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu.

Bir saate yakın sohbet ettik.

Ne Mesihliğiyle ilgili bir şey diyordu, nede paraya yaklaşıyordu, şaşırsam da hayatın gerçekleriyle yüzleşmesi kaçınılmaz gösteriyordu kendisini…

Papa suikast’ının perde arkasından girdik, İpekçi suikastına dokunup şu aralar neler yaptığına kadar getirdik sohbeti. Kapsamlı bir Vatikan belgesel senaryosu hazırlamış, her türlü alt yapı çalışmaları tamamlanmış ve yapım aşamasına gelmiş, belgeseli de kendisi sunacak…

Hadi hayırlısı dedim.

“Sen yaz” dedi hayatımı!

Gülümseyerek “konuşalım detayları ilerleyen günlerde” diyerek ayrıldık…


Çetin AGAŞE
[email protected]



 

Editör: TE Bilişim