Kıraathanelerin târihî geçmişini ele alan Şahin, bir dönem kültür-sanat muhiti haline gelen bu mekânların 12 Eylül’den sonra daha çok, işsizlerin uğrak yeri haline geldiğini; göç sonucu meydana gelen hemşerilik kültürünün yaşatıldığı yerler olduğunu kaydetti.

Siyasi iradenin teşvik ettiği millet kıraathanelerinin, yerel yönetimlerin öncülük ettiği ve Cupcake’lerin, çayların bedava ikram edildiği mekânlar olmadığına dikkat çeken Şahin, tedbir alınmazsa buraların, vakit öldürme mekânlarına dönüşeceğini vurguladı.

Hümeyra Şahin’in bugünki yazısı:

“Kıraathaneyi yanlış mı anladık?

 Kıraathaneler, seçimlerle birlikte gündemimize giren bir konu oldu. Sonrasında gazetelerde haberler görmeye başladık art arda. ‘Millet kıraathaneleri’ açılmaya başlandı. Cup cake’lerin, çayların bedava ikram edildiği mekanlar… Hatta yerel yönetimler bunlara öncülük yaptı. Bu haberlere bakıldığında biraz yanlış mı anladık sorusu geliyor akla. Zira ‘millet kıraathaneler’inden murat, adı üstünde okumanın çevresinde şekillenen bir toplumsal mekandı. Kitap okuma alışkanlığının görünür hale geldiği, teşvik edildiği, tıpkı geçmişte olduğu gibi edebiyat, felsefe muhitlerinin buluşma yeriydi.

Zira kültürümüzde kıraathaneler bu fonksiyonları üstlendi. Meşhur Osmanlı tarihçisi Naima’ya göre bu tür mekanlar ‘mecma-i zürefa’, yani zariflerin toplanma yeri, Nihad Sami Banarlı’ya göre ise ‘akademik muhit’ anlamına geliyordu. Şifahi kültürün yayıldığı, menkıbelerin okunduğu, toplumu birlik ve beraberlik duyguları etrafında buluşturan yerlerdi. Ama aynı zamanda muhalefetin örgütlendiği yerler de oldu geleneksel toplumlarda. Böyle zamanlarda yöneticiler tedbir almak durumunda kaldı.

Osmanlı topraklarında da kahvehane kültürünün hızla geliştiğini biliyoruz. Öyle ki Kanuni zamanında 50 olan kahvehane sayısı, 16. yy. sonunda 600’e çıkmıştı. Ev, cami, ticarethane üçgeni dışında yeni bir alan olarak kahvehaneler yeni toplumsal alışkanlıkların da türediği yerler oldu.

Yakın dönemlere gelindiğinde edebiyat ve yazın dünyasıyla yakın irtibatı olduğu görülür bu tür mekanların. İstanbul’daki meşhur Darut-ta’lim kahvehanesi Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarların uğrak yeriydi. Yine İkbal kahvehanesi Fuat Köprülü’nün, Beyazıd’daki Küllük kahvesi ise Yahya Kemal’in müdavimi olduğu mekanlar oldu. Bayezid Camii’nin hemen yanı başındaki Marmara Kahvehanesi ise Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi dönemin ünlü şair ve yazarlarıyla anılıyordu. Etraflarında toplanan kültür muhitleri, kitapların sirküle edildiği, yazarlarının uğradığı, okur-yazar kitlenin birbiriyle tanıştığı mekanlar oldu. Burada oluşan fikir atmosferinin ürünü olarak dergiler çıktı. Dönemin kültür-sanat ekollerini temsil eder hale geldiler.

Fakat 12 Eylül sonrası mahiyetleri değişti, daha çok işsizlerin uğrak yeri haline geldi. Köyden kente göç ile birlikte hemşerilik kültürünün yaşatıldığı yerler oldu. Son günlerde gündeme gelen Millet Kıraathaneleri ise, tam da bu algının dönüşerek kıraathanelerin eski anlamını kazanmasına yönelik bir hareket aslında. Gerçek anlamda kıraathane kültürünün yeniden ihya edilmesi, Türkiye’nin içinden geçtiği toplumsal dönüşüme fikri muhitler üzerinden katkı sunabilecek misyonlar üstlenebilir. Dijital çağda bu ne kadar mümkün tartışılabilir ama özellikle gençliğin ‘cafe’ buluşmalarını daha nitelikli hale getirecek çabalar gerekiyor. Kafelere kitabı, fikri gündemleri dahil edecek sosyal örgütlenmeler biraz da vatandaşın çabasıyla mümkün. Aksi halde vakit öldürme mekanları haline de dönüşebilir ki, siyasi iradenin teşvik ettiği millet kıraathanelerinden maksat bu olmasa gerek.”

Editör: TE Bilişim