Oda Tv'nin her fırsatta genlerine kadar işlemiş olan din düşmanlığını anlıyoruz ve sık sıkta yakalıyoruz.

Ama bu son reklam haberi gerçekten "boktan" olmuş.

Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan kitabın adı “Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı”.

Birinci Dünya Savaşı'nda Alman Ordusu'nda görev yapan Yüzbaşı Hans Tröbst’ün gözlemlerinin yer aldığı kitap 352 sayfa, 21 TL.

Çevirisi Yüksel Pazarkaya tarafından yapılan kitapta, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal liderliğindeki direnişe katılmak için Türkiye gelen Yüzbaşı Hans Tröbst’ün Anadolu’daki izlenimleri yer alıyor.

Kurtuluş Savaşı’na katılan ve İstiklal Madalyası alarak ülkesine dönen Alman yüzbaşı Hans Toebst Kurtuluş Savaşı’na katılan tek Alman.

Oda Tv, Hans Toebst'in kitabında  başka bir yer bulamamış ki, Anadolu insanın tuvalet alışkanlarının anlatıldığı, namazın göbek masajı olduğunu anlattığı ve hatta Türklerin ne kadar pis olduklarını ballandıra ballandıra anlatmış.

İşte o kitabın o bölümü;

Türk köylerinde hayatı bilmedikleri yolunda devamlı bir sanıya kapılıyordum. Bu yerleşimlerin üstüne iç sıkıntılı bir bungunluk çökmüştü. Sabahtan akşama kadar durmadan çalışan tek yaratıklar kadınlardı. Adamların uğraşıysa, yalnızca abdest almak, namaz kılmak, tütün tüttürmek ve uyumaktan ibaretti. Bunları da yapmadıkları zaman, evlerin önünde çömeliyor ve bakışlarını dünyadan kopuk, uzaklara dikiyorlardı. Akşamüstü kadınlar ve hayvanlar eve geliyor, ağıllara konuyordu ve güneş battıktan sonra sokakta bir tek canlı kalmıyordu.

Çocukları bile oynarken görmek mümkün olmuyordu. Her köylü işte böyle kendi kendinin kralıydı, evi onun şatosuydu ve dışarda olan hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Bunun sonucu olarak kendi dört duvarında ve avlusunda temizlik hâkimdi, ama köy sokaklarına ve bazı âdetlerine sıhhi demek, alay etmekten başka bir şey olmazdı ve bu durumlar, Kuran’daki temizlik kurallarının tamamen yanlış anlaşılmasının birer kanıtıydı. Sanırım, bu bağlamda biraz “W.C.”den, Türk helasından söz etmenin yeridir. Ama okur sağlam durmaya hazır olsun ve “kalbini üç kat demir zırhla korusun” ve benimle beraber zihninde “o hücreye, bütün evde sessiz sakin o yere” geçsin! İlk kez onunla Kospoli’deki küçük “Otel Varna”da tanıştım. Vay, Tanrım, diye düşündüm o zaman, farklı ülkeler, farklı örfler ve sifilis ile diğer zührevi hastalıkların kol gezdiği burada, bu yöntem belki de iyidir.

Çıplak, pis kokulu, taş döşeli bir yer, orta yerinde bir delik ve üstüne basılacak iki ayaklık hepsi buydu. Ama Türk helasının bütün derin anlam ve manası İnebolu’da hastanede kafama dank etti, orada “Mösyö Necip” sağ olsun bana güzel bir ders verdi ve bu dersi şaşkın bir dehşet içinde dinledim. Ben o işten sonra geri kalmış bir Orta Avrupalı olarak daima kâğıt kullanırdım, ama bu Türklere göre “pisliğin” daniskasıydı. Müslüman kişi –hangi toplum zümresinden olursa olsun fark etmez– bu iş için sadece parmaklarını kullanıyor! Ve helânın vazgeçilmez malzemesi, bir elbeziyle bir testi su. İyi otellerde, bu sakin yerde her zaman su dolu bir Amerikan teneke gaz ibriği bulunur, kırsalda ve küçük köylerde bunu herkes kendisi getirmek durumunda.

Bir süvari ne zaman bir bez ve matarasıyla ortadan kaybolup, bir çeyrek sonra yine gelip ortak sofraya oturduysa, fevkalade iştah açıcı bir etki yaptı üzerimde. Öğünlerde yüzde yetmiş beş, birlikte bir çanaktan yalnız elle yemek yeniyor ve şölen ne kadar resmiyse, bu şekilde parmaklarla yemek yeme âdetine daha fazla önem veriliyor. Hela vaziyetleri kırsal yörelerde daha da berbat. Kaba taşların yığılmasıyla yapılan avlu duvarının önünde, üzerine iki tahta konulan bir çukur kazılıyor. Görülmemek için etrafına yarı boy küçük bir taş duvar çekiliyor. Hepsi bu. Yaz sıcağında barbarca pis koku hakkında ancak zayıf bir tahminde bulunmak mümkün.

Çoğunlukla dışkı duvardan köy yoluna akıtılıyor ve milyonlarca sinek hastalık mikroplarını her tarafa taşıyor. Köylü istisnai olarak nazik bir burun sahibiyse, helayı köy sokağının ortasına ortak kullanım için kuruyor ve 228 gerçekten kimse burasıyla ilgilenmediği için, bu pislik çok daha berbat oluyor. Ama aynı köylü, önce suni olarak ürettiği “mikropları” öldürmek için –dildeki devamlı deyim bu– günde beş vakit ayaklarını, ellerini, kulaklarını, burnunu ve ağzını yıkama zahmetine katlanıyor. Kuran’a göre, her yemekten sonra ağzı çalkalamak ve dudakları titizce temizlemek gerekir, çünkü oralarda “mikroplar” yuvalanabilir.

Anadolu’da neresi olursa olsun, bir otele gelince, orada ufak bir ayrı köşede yemekten sonra ağızlarını yıkayan otel konuklarını görmek mümkün, sonra da çoğunlukla oldukça kirli ortak bir havluyla kurulanırlar. Bir tek frengili kişi, bu yolla yüz sağlıklıya hastalığını bulaştırır! Ama her biri gayretle ağzını temizler ve “mikropları” yok ettim diye sevinir, mutlu olur.

Günde beş vakit namazın birtakım beden hareketlerinden başka bir şey olmadığını, daha önce de çeşitli defalar dile getirme fırsatım oldu. Aslında namazın derin anlamı da bu. Bir dâhi olan Muhammed, insanların tabiatını çok iyi tanıyor ve Arap’ın veya Anadolu için Türk’ün yaşlandıkça daha çok rahatına düşkün olacağını biliyordu. Kim kırsalda yaşlı köylüleri ya da şehirde esnafları, her Allah’ın günü köşelerinde bağdaş kurup nargile çekerken ve çay içerken gözleme olanağını bulduysa, bana bu konuda hak verecektir.

Sayısız kez eğilip kalkmayla, diz çöküp dinelmeyle, alnı yere değirmekle ibadet, göbek masajından başka bir şey değildir, böylece göbek kasları iyice gerilip sıkıca yoğrulur, bu da genel olarak kendini iyi hissetmeye çok gerekmiş. Kuran’da birçok kez abdest almak öngörülmeseydi, sıradan Türk herhalde hiç yıkanma nedir bilmeyecekti.

Editör: TE Bilişim