Türk Milliyetçiliği nereye gidiyor

Türk Milliyetçiliği nereye gidiyor
Yümni Sezen "Türk Milliyetçiliği nereye gidiyor" yazısında dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu.

Yümni Sezen "Türk Milliyetçiliği nereye gidiyor" yazısında dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu.

Türk milletinin ve devletinin varlığı ve devamlılığı, Türk milliyetçiliği ile iç içedir; biri bozuksa diğeri de bozuktur. Ne yazık ki bugün ikisi de zaafa uğramıştır. İç gafil ve hainlerin, kötü niyetli dış güçlerin el birliği ile Türk devleti neredeyse devlet olmaktan çıkacak hale gelmiştir. Türk milliyetçiliği de üç-beş kahramanın kafa ve gönlüne terk edilmiştir. Halkın da hep şuur altına hapsedilmiş bu algı ve inancın; açıkça ne hale geldiğini esefle, ibretle, şaşkınlıkla izliyoruz.

Tarihin en eski ve en büyük milleti olan Türk milleti; fikir, ideoloji, -açığa vurmuş şuur halinde olmasa bile, - nüfuz ettiği millî- siyasî gücün ruhunu taşımasaydı bugüne gelebilir miydi? Millet, birçok çile ve maceraya rağmen var olma ve etkili olma azim ve iradesini muhafaza etmiştir. Esas vasfını kaybetmemekle beraber her düşüşten sonra, özellikle son düşüşünde, yani cüssesine rağmen ruhen kendinden uzaklaşması anlamında Osmanlı düşüşünde yeniden dirilme azmini ispat etmiştir. Çok sayıda iriyarı rakiplerine/düşmanlarına rağmen bunu başarmıştır. Rakipleri neydi? Osmanlıcılık, sözüm ona İslamcılık, İslam’la ilgisi pamuk ipliğine bağlı siyasî bağnazlık. Osmanlı’nın son zamanlarında başlayan üç siyaset tarzından bu ikisi bertaraf edilmiş, üçüncüsü olan Türk milliyetçiliği ve bu ruhu taşıyan insanlar sayesinde yolun karanlığından ve uçurumlarından kurtulduk. Gerçekçi olan buydu. Yeni ve millî devletimizi kurduk. Bu arada şunu söylemeliyim ki, kendi azmimizi ve gayretimizi gören ve bilen biri vardı: Âlemlerin Rabb’i. Her zaman olduğu gibi yardımını hiç esirgememiştir, yeter ki bizim samimi talebimiz, azmimiz ve gayretimiz olsun. Bu samimi talebin, azmin ve gayretin son örneklerinden biri, varlık-yokluk savaşında, cephede kumandan tarafından dile getirilen örnektir. Onun, bunun maneviyatını yükseltmek için yapılmayan, istismar veya propaganda ruhu taşımayan, yalnız iki kişiye çekilen şifreli telgrafla talep, sığınma ve azmi ifade eden bir örnek: “Batı cephesindeki ordularımız, Allah’ın yardımına dayanarak (tevfikât-ı Süphaniyeye istinaden.) Ağustos’un 26’sında Cumartesi günü düşmana taarruza başlayacaktır, Rauf ve Adnan Beyefendilere yazılmıştır. Başkumandan Mustafa Kemal.” Sadece ve yalnızca millete, ordusuna ve kendisine değil aynı zamanda ve bilhassa Allah’ın yardımını talep edip O’na dayanıyordu. Bunu anlayamayan yahut alışılmış bir laf tekrarı gibi görenler, bugün birçok imkâna ve varlığa rağmen ne hale geldiğimizi de anlamamaktadırlar.

Türk milleti, tarih boyunca bu talep ve azmin birlikteliğini göstermemiş miydi? Çürüyüş dönemlerinde bu işte yaya kaldık. İnsan, kendi eserlerine fazla güvenince iç boşalmaya başladı. Yapay zekânınki gibi samimiyet de dijital programa dönüştürüldü. İktisadî hayat, varlık içinde yokluğa dûçar oldu. Her şey paraya yani gerçek değere değil de vasıtaya tahvil edilince başka ne olacaktı? Düşüş, milliyetçiliği etkilemeyecek miydi? Bu durumda milliyetçilik yerli yerinde kalır mı?

Bugünkü yeni bozulmaya geçmeden önce çok kısa bir millî-siyasî tarihçe yapalım: Teorik veya bilgi yüklü ya da ideolojik bir açıklığa kavuşmuş olmasa da sahip olduğu milliyetçi ruh, Türk milletinde eksik olmamıştır. Her dağınıklıktan sonra yeniden devletini kurması başka nasıl izah edilebilir? Zaman zaman bu şuur açıkça ifadesini de bulmuştur: “Ey Türk! Çin’in kızına, ipeğine aldandın; şunlar, şunlar başına geldi.” Veya “Titre ve kendine dön.” gibi. Sürecin XX. yy.’da ve XXI. yy.’a girdiğimiz şu andaki bölümü artık bizi daha çok ilgilendiriyor. Millî-siyasî yakın tarihçeyi, somut örneklere de başvurarak belirtelim ve değerlendirmeye çalışalım: Türk milliyetçiliğinin bu dönemde, fikir ve uygulama alanında tek şuurlu örneği Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bunun üzerinde durmayacağız. Çünkü bilinenleri tekrardan ibaret kalır. Sonra, İsmet İnönü ve arkadaşlarının döneminde rota genel hatlarıyla devam etti ama gittikçe zayıflayarak devam etti. Burada “çağdaş medeniyet” denilen dönemin zorlayıcı bir etkisi vardır ki bu etki, milliyetçilik dönemini başlatmış olmakla birlikte onunla yetinmemiş, tabir yerinde ise yeni oyunlara girmiştir; hümanizm, mikro milliyetçilik, çoğulculuk gibi. Batı dünyası, milliyetçiliği kullandığı gibi bunları da kullanıyordu. Albenisi olan bir çeşit moda, fikir ve ideolojilere uymak isteyen İsmet İnönü döneminin aydınlarındaki zihniyet, özellikle hümanist ataklara kalktı. Bilimsel sınırlı ihtiyacın dışına taşarak bütün orta öğretim ve yükseköğretime mecburî Grekçe ve Latince dersleri koymak, dönemin etkisiydi. Hümanizm yoluna önem vermenin elzem olduğuna inanılıyordu. “Bu yol ise Yunan ve Latin’i bilmekten geçer.” deniyordu. “Yunanca ve Latince dersi görmemiş bir adama tahsil ve terbiyesi tam nazarı ile bakmak mümkün değildir.” deniyordu. “Köylerde Homeros yüzlü Veyseller yetiştirilmeli.” diyecek kadar ileri

gittiler. Hümanist taklitçileri, büyük Türk milletinin bilge kültür zenginliğini, yüce Türk-İslam kültürünün üstünlüklerini göremiyorlardı. Bu fikirlere Atatürk’ü de bulaştırmak istemeleri boşunaydı. Atatürk şöyle demişti: “Her millet, kendi millî kültürünü zenginleştirerek insanî medeniyete yeni unsurlar katar.” Yine şöyle demişti: “Size yemin ederim ki, bizim milletimizin manevi kuvveti, bütün milletlerin manevi kuvvetlerinden üstündür.” Hümanist denemeye siyaset de yansıtılmıştı: “Son zamanlarda gazetelerimizde on iki ada hakkında taleplerimiz olduğu zehabını verecek neşriyat yapıldığı görülmektedir. Bundan böyle bu hususta yazı yazılmamasının, Türkçe siyasî gazetelerin sorumlu şahıslarına önemle tebliğini rica ederim”. 6-1-1941. Matbuat Umum Müdürlüğü (1).

İnönü döneminin tamamını bu şekilde değerlendirmek ve yalnızca İnönü’yü sorumlu tutmak doğru olmayabilir. Fakat Türk milliyetçiliğinin genel rotasının aksama noktasını görmek gerekir. Bu safhaların gerçekliğine rağmen Türk milliyetçiliği devam etmiştir.

Türk milliyetçiliği, 1950’den itibaren başka rakip mecralarla karşılaşacaktır. Liberal kapitalizm ve ABD taraftarları bunlardandır. Medeniyeti ve insaniyeti Grek ve Latin’den ibaret görmeye karşılık bu sefer medeniyeti, gelişme ve ilerlemeyi Amerika örneğine bağlama, uygulamada ise kendi ceplerini doldurma anlayışı gelmiş ve hızlanmıştır. Bunun da kılıf ve istismar konusu hazırdır: Özgürlük ve demokrasi. Oysa bunların da gerçeğinden hep uzak kalınmıştır.

Yeni süre içinde milliyetçi sesler ve kurumlar eksik olmadı, siyasete de yansıdı. Kendi kaynaklarımıza, dış coğrafyamızdan da katılanlar oldu; Nihal Atsız’a, Necdet Sancar’a, Peyami Safa’ya; Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan eklendi. İsmail Gaspıralı bizim coğrafyamıza yetiyordu. Siyasî partiler de faaliyet gösteriyordu. 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Hikmet Bayur ve Kenan Öner’in içinde bulunduğu, Yusuf Kemal Tengirşek, Osman Bölükbaşı ve General Sadık Aldoğan’la devam eden Millet Partisi (M.P.) 1954-1958’de Cumhuriyetçi Millet Partisi (C.M.P.), 1965’te Ahmet Oğuz’dan Alpaslan Türkeş’in devraldığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (C.K.M.P.), 1969’daAlparslan Türkeş’in başında olduğu Milliyetçi Hareket Partisi (M.H.P.) ve daha birçok kişi ve siyasî kurum, faaliyet gösterdi.

Milliyetçi sahne boş ve sahipsiz değildi ama çelme takanlar da eksik değildi. Bu siyasî partiler, liberal kapitalizm aşkının hâkim olduğu ve Amerika’ya gönülden mahkûm siyasî parti ve güçlerce birer birer kapatıldı; yaşayanlar da giderek bugünkü hale geldi.

Bugünkü hal neydi ve bugün neler oldu? Türk milliyetçileri, bunun siyaset alanındaki söyleniş şekli olan ülkücüler; birbiriyle ilgisiz, hatta birbirine zıt siyasî partilere dağıldı. Onları kendilerine benzetecek yerde kendileri onlara benzediler, birlik ve beraberlikleri bozuldu. Yapmacıklı ve bilgisizce dindar ve ırkçı ayırımına uğradı. 1970’li yıllarda Türkiye’yi Sovyet sistemine katmak isteyenlerle çetin bir mücadeleye girdiler ama bunlar da geride kaldı. Aynı fikrin, aynı yolun yolcuları oldukları halde birbirine düştüler. En hafifinden “kalite farkı” bile bu keşmekeşe sebep olabiliyordu. Daha vahimi; başlarına maskelilerin, gerçek aldatıcıların geçmesi ve bir kısmının, bölücü terörle ortak müzakereyi içine sindirmeleri oldu. Bugün maskeler birer birer düşüyor ama toparlanma imkânına henüz sahip olamadık

Hiçbir millî güç, bu kadar zarar görmeye maruz kalmamıştır. Yabancı istihbarat güçleri ve dış hainler başarılı olmuşlardır. Kendileri için tehlikeyi fark eden ABD, İngiltere ve Yahudi mihraklar görevlilerinin dikkatini çekerek, “Ülkücü denilen güç, emellerimizi engelleyecek gibi görünüyor, icabına bakın.” demişlerdir. Bunları ayrıntılarıyla, belgeleriyle tarih yazacaktır.

Türk milleti, bir tarafta zalimane, diğer tarafta mazlumane bu acı olayları ve akıbeti gördü ve yaşadı, halkın çoğunluğu seyirci kaldı.

Bugün daha feci şeyler oluyor; şehitlerimizin katilleriyle, onların temsilci ve savunucularıyla, iktidar ve milliyetçiliğin baş sorumluları bir tiyatroda oyun arkadaşı oldular; roller, yaldızlanmış ve büyü üflenmiş olarak dağıtıldı; kardeşlik, barış, özgürlük, demokrasi rolleri sahiplerini buldu. Bu roller, saydığımız gerçeklerden, hareketteki gerçek duruşlarından bizleri şüphe içinde bırakıyor. Türk milliyetçiliği savrulduğu kadar savruldu.

Bu konuda geniş bilgi ve kaynaklar için bkz. Yümni Sezen, Hümanizm ve Türkiye

Bunlar, Türk milliyetçiliğinin kaderi değildir. “Bu kadar cahil, bu kadar kasıtlı cahil, bu kadar hain, bu kadar bozguncu, bu kadar şer güç, bu kadar açık ve sinsi düşman karşısında ne yapabiliriz ki?” kanaati asla geçerli değildir. Çünkü böyle bir kader yoktur. Değişecek ve değiştirecek olanlar yine biziz. Bunlar bizi bekleyip duruyor; ne yapacaksak, ne yapmayacaksak kendimiz, kendimize, kendimiz için yapacağız. Akıl, vicdan ve atalarımız böyle buyuruyor, en yukarıda İlâhî Kelâm böyle buyuruyor, onun hükmü geçerli ve bakîdir: “… Bir toplum kendisini (saplandığı özelliklerini, özentilerini, yaptıklarını) değiştirmedikçe Allah onları değiştirecek değildir.” (Ra’d, 11.)

Demek ki tamirat bizi bekliyor, inşa bizi bekliyor. Olan oldu, gelecek?

Ne yapıp yapıp eğitim-öğretimi, olması gerektiğine göre yerleştirmelidir. “Olması gerekeni”, bu kadar bilim ve tecrübeden sonra halâ anlamamış olamayız. Bilimselin yanına daima millî konacaktır.Çünkü eğitilecek, öğretilecek, yetişecek, gelişecek olan önce “ben” ve aidiyetimizdir.

Hukuk; düzen, disiplin ve adalete göre kurulmalı, kurumlaşmalıdır. Fakat adalet beni içine almıyorsa o adalet olur mu?

İktisadî sistem millî ve toplumsal olmalıdır, ancak bundan sonra küreselliğe geçebiliriz. Sadece bilimsel olan evrenseldir; formlar, sana, bana aittir. Elde etmekte kazanmakta hileyi, entrikayı, kandırmayı esirgemeyen; yolsuzluğu, hırsızlığı, kapkaççılığı, vurgunculuğu şiar edinen maneviyatız ve zalimleşmiş bir iktisadî düzende milliyetçiliğe asla yer bulunmaz.

Medeniyet anlayışı, istismarların cirit attığı bir hayalî anlayış olmamalıdır.

Milliyetçilikle en fazla samimi yol arkadaşlığı yapacak olan, olması gereken dindir. Ama gerçek dindir. Yanlış bilgi, yanlış algı, aslından uzaklaşma, bugün dini milliyetçilikle karşı karşıya getirmiştir. Rotasından, ilkelerinden, hedefinden çıkarılmış bir din anlayışı, milliyetçiliğe hayat hakkı tanımaz.

Bu maddelerin altlarını doğru dürüst doldurabiliyor ve uygulayabiliyorsak, geleceğimizden emin olabiliriz.

Kaynak:Haber Merkezi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.