Bir tür “çaresizlik travması” yaşadığımızı ifade eden Zentürk, üniversitelerin görevini yapmadığı, garanti edilmiş bütçelerden pek memnun Stratejik Araştırma merkezi bolluğunun yaşandığı, siyasetin köpürtülmüş tartışmaların şehvetinden kurtulamadığı ve medyanın, önüne konulanı pişirdiği bir ortamda “vatandaş ne yapsın?” diye sordu.

Zentürk’ün köşe yazısı şöyle: Ülkenin, boş tartışmalar gündeminden fena halde sıkılmış durumdayım. Köşe yazılarının önemli bir bölümünü artık okuyamıyorum, sosyal medyadaki varlığım ise halen sürdürdüğüm yayıncılık çalışmalarıyla sınırlı, bulaşmıyorum.

21’inci yüzyılın dönüm noktasında hala, hangi cemaat memleket için iyidir, hangisi kötüdür tartışmalarını izlemek mesela, bir toplumsal takıntı hastalığının kimliğini taşıyor.

Çağın hedeflerinden nasibini almamış tüm örgütlenmelerin anlamını yitirdiği çok gerçekçi bir süreçten geçiyoruz oysa, bilimin rotasından saptığımız an, felaketimizin kilometre taşlarını döşemiş oluruz.

Toplum olarak, yaşadığımız sorunların nedenini teşhis ve tedavisini belirleme sürecinde bile işi Kemalist-muhafazakar tartışmasına vardırmamız, acaba bir “çaresizlik travması mı” yoksa sorunlara teslim olmanın bir tür “Stockholm sendromu mu” buna artık psikologlar ile sosyologlar bir araya gelsin karar versinler.

Bu yüzyılda lafı eğip bükmeden yaşamak zorundayız.

Bu yüzyılda kafamıza göre teoriler ile değil, yaşamın gerçekleri ile oyun kurabiliriz.

Bu yüzyılda gerçekler asla sisler arasında kaybolup gitmez, boş hayaller hakim olamaz.

Böyle bir dönemde, eğer biz, yaşadığımız ekonomik soruna kısa zamanda teşhis koyup karşı hamlesini derhal yürürlüğe sokacağımıza konuyu dört görme özürlünün bir fili tarifi gibi ele alırsak, yanarız. 

Kırılgan ekonomiyle bir yere kadar

Oysa karşımızda 2 gerçek var: 1- Erdoğan haklıdır, Türkiye, en yakın müttefikinin 15 Temmuz tarzı bir saldırısını bu kez ekonomisinden yaşamıştır, piyasalarımızda yaşadığımız iniş-çıkışlar asla normal değildir, 2- Konuya soğukkanlı yaklaşanlar haklıdır, emperyalizme bu fırsatı Türk ekonomisinin kırılgan yapısı ve büyüme modelinden kaynaklanan yumuşak karnı izin vermiştir.

Özellikle, 2008 küresel ekonomik krizi sonrasında küresel faizin sıfır noktasına inmesi, Amerikan Doları’nın da değerini kaybetmesi, Türkiye’nin büyüme modelini yabancı sermaye girişine dayandırmasına neden oldu.

Erdoğan bu süreçte çok doğru bir tercih kullandı ve ülkenin tam 50 yıl gecikmiş tüm alt yapı yatırımlarını düşük faiz-zayıf Dolar hattında büyük projelerle hale-yola koydu. İyi oldu.

Ama bu tercih inşaat zeminli ekonomik canlanmayı ve ülkeden her an çıkmaya hazır 500 milyar Dolar’lık bir para girişi varlığını da beraberinde getirdi, küresel saadet zinciri Trump’la yıkıldı, şimdi o sistemin çöküş zorluklarını yaşıyoruz.

Konu bundan ibarettir ve yerine tabii ki, ihracat ağırlıklı büyüme modelini koyduğumuzda sulh u salaha çıkmış olacağız.

Üniversitelerimiz açık söylüyorum, görevlerini yapmıyor, bilimsel raporlar zayıf.

Stratejik Araştırma Merkezi bolluğunda yaşıyoruz, çalışmalar berbat, anlaşılan herkes garanti edilmiş bütçelerden pek memnun, yaşayıp gidiyor.

Siyaset, köpürtülmüş tartışmaların şehvetinden kurtulamıyor.

Medya zayıf, önüne ne konulursa onu pişiriyor.

Vatandaş ne yapsın?”

Editör: TE Bilişim