Kilis’te mültecilerin Türk nüfusunu geçtiğine, İstanbul’da gettolaşmanın başladığına dikkat çeken Öztürk, “Sosyolojimizi değiştiriyorlar” diyerek gelecekteki tehlikeyi işaret etti.

Öztürk yazısının sonunda  sorunlarımız çözülemez bir hale gelmeden, acil eylem planı önerdi.

Hasan Öztürk’ün yazısı şöyle:

“Kimilerinizin hiç hoşuna gitmeyen bir mevzunun yine kıyısındayım. Eleştirileceğimi biliyorum. Ama bilin biraz da milletin hissiyatına ayna tutmaktır muradım.

Mesele Suriyeli mülteciler meselesi. Aslını sorarsanız genel olarak mülteci meselesi ama özelde Suriyeli kardeşlerimizle ilgili.

Bu köşede daha önce Suriyeli sığınmacılar hakkında çok daha ağır yazılar yazdım. Afrin Zeytin Dalı Harikatı’nda Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) eleman eksikliği çektiği dönemde, “Kafelerde nargile höpürdeten genç Suriyelileri” bile konu edindim.

Ama bugün daha başka bir açıdan yaklaşmak isterim meseleye..

KIRMIZI ÇİZGİMİZ 100 BİNDİ, ŞİMDİ KAÇ MİLYON?

2011 yılında Suriye krizi alevlendiğinde, dönemin yöneticileri mülteci akınıyla ilgili olarak, “100 bin mülteci bizim kırmızı çizgimizdir” demişti.

Ve henüz ne Aynel Arap (Kobani) ne Halep, ne Humus, ne Rakka, ne Afrin, ne Cerablus ne Mümbiç, ne Şam diye bir meselemiz vardı.

Şu anda Türkiye sınırları içinde tespit edilebildiği kadar 3.5 milyonun üzerinde Suriyeli mülteci var.

İdlip’teki kriz çözülmeseydi bu sayı 5 milyona dayanır mıydı Allah bilir.

Aklımdaki soru şu, Suriye’de final savaşları yaşandığında sınırlarımıza kaç bin kişi daha gelir? Ve burada bizim kırmızı çizgimiz nedir?

REJİM MUHALİFİ DE BURADA, DEAŞ’TAN KAÇAN DA PKK’DAN KAÇAN DA

Suriye krizinde ilk önce taraf olarak, “Rejim ve muhalifler” vardı. Sonra, “Rejim, muhalifler ve DAEŞ” diye bir meselemiz oldu. Ardından, “Rejim, PYD/YPG-PKK, muhalifler, DAEŞ”e dönüştü. Sonra bir anda kendimizi vekalet savaşlarının içinde buluverdik. Muhaliflerse artık “ılımlı-ılımsız” diye anılır olmuştu. Zira El Kaide’nin türevleri dahil sahadaydı.

Bu süreçte ilk önce “rejimden kaçan sığınmacılar” diye bir meselemiz vardı. Sonra, “Rejim ve DAEŞ’ten kaçan sığınmacılar” oldu. Ardından, buna PYD/YPG-PKK’dan kaçanlar da ilave edildi.

Sonuçta şu anda Türkiye’deki Suriyelilerin her telden, her düşünceden her gruptan olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Rejim muhalifi de var, DAEŞ’ten kaçan da, PYD/YPG-PKK’dan kaçan da…

Bir de krizi fırsata çeviren, cebine nakidi koyup soluğu Türkiye’de büyük şehirlerde alanlar…

Bunların sayısı azımsanamayacak kadar çok.

Bir araştırmaya göre, 60 bin Suriyeli vatandaşlık aldı. 65 binden fazlasıysa oturma izni almış, bunlar ekonomik olarak “zengin” sayılabilecek statüde.

Bu arada savaşın başladığı günden bu yana Türkiye’de 350 bin Suriyeli çocuk dünyaya gelmiş. Bu çocuklar Suriyeli mi Türkiyeli mi meselesi de ayrı bir mevzu.

Devam edelim.

Gaziantep ve İstanbul 500 binin üzerinde Suriyeliyi ağırlayan iki önemli şehrimiz. 24 Haziran seçimleri sırasında Gaziantep’e gittiğimde hem esnaf hem siyasetçiler Suriyelilerin çarşı-pazara katkısını anlatmışlardı. Çoğu memnun yani.

Ama memnun olmayanlar da var elbette. Onların başında da Kilisliler geliyor. Çünkü şehrin Türk nüfusu 90 bin civarındayken Suriyeli göçmen nüfusu 130 bini geçmiş durumda.

Daha dikkat çekici olana, bu yıl okula başlayan çocukların yüzde 70’i Suriyeli göçmenlerin çocukları!

İstanbul ise bir başka sorun ile mücadele ediyor. O da gettolaşma.

Kendi işyerlerini açtılar, kendi kafeleri, lokantaları var. Birbirlerinden alışveriş yapıyorlar. Bunların hepsi bir yere kadar kabul edilebilir.

Entegrasyondan çok, kendilerini ayrıştırmayı tercih ediyorlar. Bunun önümüzdeki yıllarda ne tür sorunlara neden olacağına bakmak gerekiyor, öyle değil mi?

Bir de savaşın tarafı olmak nedeniyle göçenlerin dışındakiler var ki onların “fütursuzluğu” can sıkmaya başladı.

Sosyolojimizi değiştiriyorlar. Sokak ortasında gruplar halinde bekleşmeleri, gece yarılarına kadar bağıra çağıra dışarıda yemek yemeleri, etrafı çöp yığınına çevirmeleri onların çok sıradan davranışları. Ama biz yadırgıyoruz doğrusu.

Buna mukabil “İmtiyazları”nın farkındalar. Genelleme yapmadan söylemek isterim ki kimileri var ki o imtiyazlılık hallerini bizim sıradan vatandaşlarımızın önüne geçmekte hak olarak görüyorlar…

Ve işte o zaman orada ipler kopuyor..!

Milletin, Avrupa Birliği fonlarından haberdar olması gerekmiyor…

Milletin üniversiteye girerken başka bir sınava tabi oldukları gerçeğini bilmeleri gerekmiyor…

Ya da hastanelerdeki uygulamadan...

Millet, “benim sorunlarımla mı ilgileniliyor yoksa Suriyeli sığınmacılarınkiyle mi” diye baktığında...

Bu düz bakışta, genellikle “Suriyeli sığınmacılar çok daha imtiyazlı” diye düşünüyor.

Bu algının oluşmasında kimin ne tür etkisi varsa buna da bakmak gerekiyor. Sanırım, kamu diplomasisine çok iş düşüyor.

Türkiye’de 0-4 yaş arasında 555 bin Suriyeli bebek varmış. Buna ilaveten 5-9 yaş arası çocuk sayısı da neredeyse 500 bin. Yani nereden baksak 0-10 yaş aralığında 1 milyondan fazla Suriyeli var.

Bunların eğitiminden, entegrasyonuna, sağlıklarından, barınmasına kadar bir sürü çözülmesi gereken meselemiz var.

Bu meseleleri, sadece bazı sivil toplum kuruluşlarımızın sırtına vurmak… Ya da sadece bazı belediyelerimize bırakmak ne derece doğru?

Şu yakıcı gerçeğin farkındayız: Suriyelilerin çoğu gitmeyecek ve burada kalacak. Bu gerçeği, Türkiye’nin lehine, milletin lehine ve Suriyeli kardeşlerimizin lehine nasıl çevirebiliriz bilen var mı?

Yoksa, gettolaşmaya başlayanlarla, yerliler arasındaki çatışmayı göze alabilecek biri var mı?

Sorunlarımız çözülemez bir hale gelmeden, acil eylem planı öneriyorum!

Göç bakanlığı bunlardan biri…

Bir diğeri, geri dönüşlerin teşviki…

Bu arada, misafir misafirliğini unutur ise… Ya da mazlum mazlumluğunu… Ev sahibinin hiç olmazsa “gönül koyma hakkı” yok mudur?

Bu millet bağrına taş basmıştır. Böyle biline..!”

Editör: TE Bilişim