“Yılan, yılanken bile öçlerini bizde komadı. Biz insan olduğumuz hâlde düşmanlarımız karşısında boynu bükük pısmış duruyoruz. Yılanlar kadar olamadık. Yazıklar olsun bize! İnsan haysiyetine yakışmaz bu! Adam dediğin düşmanını tanımalı ve de hiçbir zaman öcünü yerde gomamalı. Şikayatımızı yapacaz. Değil Haceli, değil muhtar, feriştahları gelse bizi bundan alıkoyamazlar. Davran Bayram, yarın kasabaya gidiyoruz. Doğru Cumhuriyetin müddumisine..”

Irazca Ana, Yılanların Öcü filminin son sahnesinde böyle söyler. Eğer son cümle olmasa Irazca Ana’nın kasabada korsan eyleme gideceğini sanırsınız değil mi? Oysa Cumhuriyetin savcısına, yâni devlet kapısına gider.

Bu sahneyi seyredince filmin yönetmeni Metin Erksan’ın, kesinlikle Nurettin Topçu’yu bildiğine hükmetmiştim.

Doğduğum köy, bir yayla köyü. Annemin büyük büyük ninesi haysiyetli bir kadınmış. Kocasını öldüren derebeylerine, beline silah takarak kafa tutmuş. Çünkü hukûkun olmadığı, devletin cephede olduğu bir zamanmış.

Annem de haysiyetli bir kadın. Daha gencecik bir kadınken, mülküne el koymaya kalkan muhtara ve diğer erkeklere eline balta alarak dikilmiş. Çünkü kaymakama, savcıya gitmeyi bilmiyormuş.

Ben de haysiyetli bir kadınım. Allah, bana, kalemi nasib etti. Hakkımı, kalemle arıyorum. Benim devlet anlayışıma ve isyan ahlâkıma göre hak, devlet kapısında aranır. Devlet kapısı, korkulacak değil, sığınılacak kapıdır. Dilekçe yazarım. Eğer devleti temsil edenler, hakkımı teslim etmiyorlarsa yazı yazarım. T.C. Cumhurbaşkanına seslenirim, Milli Eğitim Bakanına, Kültür Bakanına seslenirim. Bu, benim, en tabii hakkım.

Ne oldu da bunları yazıyorum?

Devlet kapısına çok sıradan bir konu için bile şikâyete gittiğinizde fetöcü çağrışımı yapıyorsunuz. Neden akıllara hemen fetö geliyor? Çünkü kolay çözüm. Haklıysanız, bir anda haksız oluyorsunuz. Karşınızdaki bürokrat, sizi dinlemiyor bile. Şikâyet edilen, haklı oluveriyor.

Ne kadar kestirme bir yol değil mi? Zahmetsizce...

Zahmetsiz dediysem hepten de oturarak değil. Telefon var, internet var. Hak arayışınızı yazıya döktüğünüzde kirli çark, dönmeye başlıyor. İlk iş, fetöcü olup olmadığınız araştırılıyor. Diyelim ki “öyledir” dendi. Peki bu kirli bilgi, nasıl kullanılacak? Nasıl delil olacak? Geçerliliği yok ki. Yazılı olarak geçerliliği yok ama kulaklara üflendiğinde didik didik edileceksiniz. Kimse, sizi dinlemeyecek. Kaşlar çatılacak. Sözünüz kesilecek. Hak aradığınıza pişman olacaksınız. Tek cümle edilecek: “Zâten fetöcüymüş.”

Hâlâ görevde olan bir vâlinin, makâmına gelen vatandaşı 40 dakika dinlediğini duymuştum. Evet, ehliyetli olup olmadığından şüphe ettiği için 40 dakika dinlemiş. 40. dakikada ehliyetli olmadığını anlamış.

Şimdi bu meseleye, “devletin makamını 40 dakika işgâl etmek” olarak mı bakacağız yoksa “adâletin yerini bulması için 40 dakika ayırmak” olarak mı bakacağız? Değmez mi? Adâlet için 40 dakika ayırmaya değmez mi?

Bunu yapmak çok mu zor? Devleti temsil edenlerin, kulağına üflenenlere göre değil de vatandaşı dinleyerek karar vermesi çok mu zor? Âvâre olduğum, emeklilikten bunaldığım veya fetöcü olduğum için değil, haysiyetli olduğum için hak arıyor olmam, niçin ilk önce akla gelmiyor?

Çok kolayca çözülecek bir mevzu için devlet kapısına dilekçe verdim. Öğrendim ki çocuklarımın okuduğu okullar bile aranıp suç unsuru istenmiş. Öğrendim ki eskimeyen dostlarım aranıp fetöcü olup olmadığım sorulmuş. Yok yok yok... Sicilim temiz. Cem Küçük taktiği işe yaramamış.

Peki, diyelim ki fetöcüyüm. Bu, haksızı haklı yapar mı?

2008’de hükûmete yakın bir düşünce derneğinin yazarını, ‘Cemaatin arkasında CIA var’ diye uyarınca çok çirkin bir şekilde azarlandım. 17-25 Aralık sonrasında bunu hatırlattım. Çocukları cemaat okulunda okuyan bu yazar, “Biz nerden bilelim? Siz bayağı içindeymişsiniz ki biliyorsunuz.” demez mi? Az buçuk psikoloji bilirim. Bu ifâde, şu mânâya geliyordu: Geçmişimi didiklersen adını paralele çıkarırım. Olmayan bağını kurarım.

Artık bu savunma mekanizması, devlet kapısında hak aramaya da sirâyet etti.

Suçlarını bu şekilde kapatma yoluna gidenlerin, vaktiyle fetöye yanaşan çıkarcılar olduğunu düşünüyorum. Çünkü güce tapınıyor, hakka değil. O zamanlar fetöcüler güçlüydü. Böyleleri, devletin ne olduğunu bilmez: bilemez.

Hak aradım diye beni, çocuklarımı devlet düşmanı yapmaya kalkan hınzır, Cem Küçük’e verdiğim cevâbı hak etmiyor mu?

Sen kadar düşmen-i devlet mi olur a hınzır?

Ne durur saltanatun sâhibi bilsem a köpek!

Üzülüyorum, gerçekten çok üzülüyorum. Benim için, devlet kapısı kutsaldır. O kapıda aşağılanmak, horlanmak, hafife alınmak, hoşuma gitmiyor.

Eğer atanmış bir bürokrat, atanmış bir okul müdürü veya seçilmiş bir belediye başkanı, şikâyet ettiğim şeyi, “yapmadım” diyerek sıyırıyorsa bu bile tek başına hakkın teslimidir. Çünkü bu inkâr, hem haysiyetsizliğin tescilidir hem de güçsüzlüğün. En azından, bu gerçek ortaya çıkmış oluyor. Haysiyetli insan, söylediğini inkâr etmez.

Ağzından çıkanı inkâr eden bir bürokrat, haktan yana olanların yüzünü limon gibi ekşitiyorsa kâğıt üzerinde aklanmasının kıymet-i harbiyyesi yoktur. Eğer Çehov’un Bukalemun hikâyesinde olduğu gibi, parmağımı ısıran köpek, sâhibine göre cezâlandırılıyorsa bu benim sorunum değil, cezâ makâmının sorunudur.

Devlet, benim devletim. Hak, benim hakkım. Hakkımı, kalemimle aramaya devam edeceğim. Dilekçe yazmaktan, yazı yazmaktan elim yorulmaz.

Değil Haceli, değil muhtar, feriştahı gelse alıkoyamaz!