Dünya haftalar, hatta aylar boyunca cüssesi küçük mü küçük, minik mi minik ama cürmü ve sabıkası baş edilemez derecede büyük olan bir virüsün yapıp ettikleri ile uğraşarak tedbir üstüne tedbir alıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Sağlık Bakanlığı da elinden gelen gayreti gösteriyordu. Ancak ne var ki çeşitli ülkelerde yaşanan örnekler işin şakaya gelir tarafı olmadığı ve olmayacağını gösterdi. Bu anlaşıldıktan sonra da zaten sınırları kapatmak, seyahati yasaklamak, karantina üstüne karantina uygulamak kâr etmedi, etmiyor.

Bizde, halisane inanan ama akledip düşünme melekesini kullanmayan, okuyup araştırmadığı için cehaletten kurtulamayan zavallı insanımızı peşlerinden sürükleyerek “Manisa üzerine gelmekte olan depremi elleriyle ittiğini”, “Uzay mekiğinin cıvatalarını gevşetip düşürdüğünü”, “Azrail’e tokat atıp aldığı canı geri getirdiğini” ve malum virüsün güzel Türkiyemize girişinin gecikmesi üzerine durumdan vazife çıkararak “Ben varken buraya virüs giremez” saçmalığını söylemekten çekinmeyen sarıklı cübbeliler hepsi de tuş oldular. Bir maharetleri ve kerametleri varsa tam da gösterme zamanı idi ama yapamadılar, yapamayacaklar. Çünkü İslamiyet akıl, mantık ve ilim dini idi ama onlar akıllarını şeytanın emrine vermişler, Allah’tan ve Allah’ın buyruklarından uzaklaşmışlardı. “Peygamberi rüyada gösteren terlik”, o da olmadı “Yanmaz kefen” ticareti yapan birinin de bu “maharetini” cim karnında nokta bile olmayan virüse karşı gösteremediği anlaşılıyor.

Allah, “Rabbinin yoluna hikmetle, ilimle ve güzel öğütle çağır” (Nahl Suresi, ayet 125) buyuruyor ama onlar korku saçıyorlar. Allah, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar” (Zümer Suresi, ayet 9) diyor ama onlar bilmedikleri halde bilgiçlik taslıyor, peşlerinden sürükleyip günahlarına ortak ettikleri insanların akıllarına da ket vuruyorlar. Peygamberimiz, “İlim Müslümanın yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” diyor ama onlar insanları ilimden uzaklaştırıp kendi karanlık dünyalarına hapsediyorlar.

Bir devlet kurumu olan ve dinimizi kendi mecrasından saptırmadan anlatıp insanımızı aydınlatmak maksadıyla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda yapması gerekenleri yapmadı, yapamadı. 13 Mart Cuma günü bütün camilerde Başkanlıkça hazırlanan hutbe okundu. Başkanlığın yanında bulunan Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde ise hutbe metnini bizzat Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş okuyor ve toplanan cemaate “Kalabalık ortamlardan uzak durmaya gayret edelim” diyordu. Yani kalabalıkları toplamıştı ve topladıktan sonra “gelmeyin” diyordu. Başkanlık, durumun vahametini ise çok geç anladı. 16 Mart günü yapılan duyuruda, “Cuma namazları ile birlikte vakit namazlarının da camilerde cemaatle kılınmayacağı” bildirildi. Oysa yapılması gereken, Diyanet İşleri Başkanı’nın 12 Mart Perşembe akşamı televizyonlara çıkıp gerekli açıklamayı yapması idi. Buna kimsenin itirazı da olmazdı.

Başkan nihayet 17 Mart günü yayınladığı tweette şu ifadelere yer verdi: “Peygamber Efendimiz, ‘Bir yerde veba hastalığı çıktığını duyarsanız oraya girmeyin; bulunduğunuz yerde veba hastalığı çıkarsa o bölgeden de ayrılmayınız’ buyurmuştur.”

Haklı olarak sormak gerekiyor: Sayın Başkan ya da Başkanlık acaba 12 Mart günü bu Hadis-i Şerif’ten haberdar değiller mi idi?

Bizde bütün bunlar yaşanırken Suudi Arabistan bile muazzam bir gelir kaynağı olan Umre girişlerini yasaklamış, Kuveyt derseniz ezandaki klasikleşen “Hayyaalessalah/Haydin Namaza” ibaresini “Essalatü buyutikum/Namazı evinizde kılın” diye değiştirmiş, yukarıda ifade ettiğimiz gibi bizim Diyanet 13 Mart’a rastlayan Cuma Namazı için bir tedbir almamıştı.

Bu arada umre dönüşleri oluyor ve onlar arasında da virüs taşıyanlar tespit edildiği gibi riskin oldukça büyük olduğu anlaşılıyordu. Umre dönüşlerinden sonra Ankara ve Konya’da apar topar öğrenci yurtlarına yerleştirilenlerle ilgili yaşanan nahoş hareketlerden, bazı milletvekillerinin WIP’ten çıkış avantajını kullanarak karantinayı atlattıklarından söz etmek bile istemiyorum. İnşaallah İtalya’nın düştüğü duruma düşmeyiz ve İnşaallah buna da Umre’den dönenler sebep olmaz. Ben, “Olanda hayır vardır” Hadis-i Şerif’i uyarınca, Umre seyahatleri konusunda hem devletimizin, hem bu konunun baş organizatörü olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hem de vatandaşlarımızın ince eleyip sık dokuyarak yeni ve kalıcı kararlar alacaklarına inanmak istiyorum. “Umre seyahatleri” tabirim yadırganmış olabilir ama özellikle ve bilinçli olarak kullandım. Çünkü artık bu konu “Ziyaret” ya da “İbadet” olmaktan çıkmış, turistik bir seyahat haline gelmiştir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "... Ona (Kâbe’ye) bir yol bulabilenlerin, gücü yetenlerin Beyt'i hac ve ziyaret etmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır..." (Âl-i İmran, ayet 97) Bunda şek ve şüphe yok. Ancak malumdur ki imkânı olanlar, gösterişe kaçmadan, “O gitmiş ben de gideyim” tafrasına girmeden yapabiliyorlarsa kimsenin diyecek bir sözü olamaz, olmamalıdır. Ancak Yüce Allah’ın bir buyruğu daha var: "Haccı da umreyi de Allah rızası için tam olarak yapın! ..." (Bakara, ayet 196).

Yani gösterişe kaçmayın, işin suyunu çıkarmayın, tadını kaçırmayın!..

Bizzat şahidimdir ki Türkiye’de umre işinin tadı da kaçırılmış, suyu da çıkarılmıştır. Birkaç yıl önce Kudüs (Mescid-i Aksa) üzerinden Mekke ve Medine’ye giderek Umre ziyaretinde bulunmuştuk. Memleketimizin çeşitli yerlerinden gelenler vardı ve kalabalık gruplar oluşmuştu. Hanımla benden başka hemen çoğu ziyaretçinin dost – ahbap ilişkisi içinde olduklarını fark ettim. Ayrı ayrı yerlerden gelmiş olmalarına rağmen defalarca bir arada oldukları için tanışıyorlardı. Bu arada bazı hanımların konuşmalarından, mesela “Mescid-i Aksa’ya beşinci, Hac’ca ikinci ya da üçüncü, Umreye ise sekizinci, dokuzuncu defa gelmiş olduklarını” öğrendik. Hani öyle bir defa Hac ya da Umre yapanlar nerede ise aşağılık kompleksine kapılacak!

Baktım ki o kişiler, kaldığımız otellerdeki aşçılarla bile senli benli olmuşlar. Gidilen ziyaret yerlerinde görevliler, “Bizleri buralara tekrar tekrar gelmeyi nasip et Allahım” diye dua edip katılımcılara “Âmin” dedirtiyorlar. Çünkü “Gelenler tekrar tekrar gelirlerse” müşteri potansiyeli eksilmeyecek ve yeni katılanlarla arttıkça artacak! Şirketler ve hatta Diyanet için önemli olan bu. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı da, belli sayıda hac ve umre adayı toplayan imam ve müezzinleri görevli olarak gönderiyor! Ben bu durumu tenkit ederek; dualarda, “Bizleri buralara tekrar tekrar gelmeyi nasip et Allahım” demek yerine “Gelmeyenlere de nasip et” diye dua etmenin daha uygun olacağını söyledim. Kaldı ki dua adabına zaten uyulmuyor. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: “Rabbinize içten yalvararak ve gönülden gelen hafif bir sesle dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez” (A’raf, 55. Ayet). Oysa gerek televizyonlarda, gerek camilerde, gerekse mevlit ve hatim programlarında dua edenler tabir yerinde ise adeta Allah’a nutuk çekiyorlar! Öyle ki, “Mevlidhan, Gazelhan” gibi “Duahan” diye adlandırılan kişiler bile var. Yani Ayet’te ifade edilenin aksine kim daha çok bağırıp süslü, boyalı, cilalı cümleler kurabiliyorsa muteber oluyor. İşte dini elden çıkaran asıl bu anlayış ve bu tür uygulamalar ama kabahat başka yerlerde aranıyor.

Sözün özü, tıpkı Hac uygulamasında olduğu gibi Umre ziyaretlerine de sınırlama getirilmeli, Diyanet İşleri Başkanlığı belli sayıda Hac ve Umre adayı toplayan imam ve müezzinleri görevli olarak Hacca ya da Umre’ye gönderme uygulamasından vazgeçmeli, şartları taşıyan bir kişi mesela en çok bir defa hacca, iki defa da Umre’ye gidebilmelidir. Bunun din ve vicdan hürriyetinin kısıtlanması ile bir ilgisi yoktur. Toplum sağlığı ve aile bütçesi ile memleket ekonomisinin düzenli işlemesi için buna ihtiyaç vardır ve zaruret olduğunda feragat ve fedakârlık yapmak, kısıtlama getirmek şarttır. Hac ve Umre turistik bir seyahat değildir ve ibadetin en makbulü de inanarak, içten, gösterişsiz olarak yapılanıdır.

İş işten geçtikten sonra da olsa dünya milletleri, devletleri bir şeyler yapmak için çırpınıyorlar. Felaketin başlayıp salgın haline geldiği Çin, aldığı tedbirler sonunda büyük mesafe almış durumda. Hindistan, Kore, Belçika, Japonya, İngiltere, Almanya ve ABD gibi ülkelerde ilim adamları harıl harıl çalışıp çare üretiyor, yeni yetme bu virüse karşı aşı geliştirmeye, ilaç bulmaya gayret ediyorlar. İlgili devletler o ülkelere bütün imkânları sağlamış durumda.

Bizde ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulup donatılarak sağlık alanında çalışmalar yapan, aşılar geliştiren, Ankara’nın en merkezi semtine adını veren “Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü” tıpkı üretim yapan pek çok fabrika gibi kapatılmışmış da farkında bile değilmişiz. Devlet ve kurumları lüzumsuz binalar yapmak yerine mesela Hıfzıssıhha Enstitüsü gibi kuruluşlara yatırım yapsalardı da şu “Korona Virüs” benzeri zararlıların ilacını, aşısını biz bulsaydık fena mı olurdu?

Ah virüs ah! Sen neymişsin be? Ama İnşaallah bütün dünya milletleri gibi bizi de hizaya sokarsın da, “Şer’den hayır çıkarıp” kendimize geliriz. Bir virüslük canımız olduğunu gösterdin ya, o yeter bize!