Hasta kimliği

Holizm (Holism) kavramı, Eski Yunanca bütün, tamam, tüm anlamlarına gelen “Holos” sözcüğünden türemiş olup İngilizce “Whole” (bütün) kelimesi ile aynı etimolojik kökenden gelmektedir.

“Yani Bütüncülük!”

Bu yaklaşıma göre, herhangi bir alanda (fizik, biyoloji, kimya, sosyoloji, ekonomi, dilbilim, felsefe) bir doğal sistemin bütünü, kendisini oluşturan parçalardan ve alt sistemlerden farklı bir yapı oluşturur. Örneğin; insan bağışıklık sistemi solunum sistemi gibi sistemlerden oluşsa da bunlarla belirlenemez. Kendisini oluşturan sistemlerden bambaşka bir varlıktır. Dolayısıyla alt sistem aslında çoğu zaman üst sistemin bir işlevini (fonksiyonunu) yerine getirir. Bu yaklaşımın temel düşüncesi, sistemi bir bütün olarak ele almasıdır. Bütünsel yaklaşım, sistemi oluşturan parçaların, parçalar arası ilişkilerin ve çıkacak sorunların birbirinden ayrılamayacağını kabul eder. Öğeler ve ilişkiler arasında meydana gelen sorunların (entropi) da birbirine bağlı olduğunu, bu yüzden de sorunların birisine çözüm bulunduğunda diğer sorunların da çözüleceğini ortaya koyar. Bütünsel yaklaşım, sistem kavramını “birbirleriyle etkileşimli bütünlüklerden oluşmuş, çevresiyle etkileşimli bir bütün olarak görür”. Bu anlayışa göre sistem çoğu zaman sinerji meydana getirir.

Şimdi daha basit bir anlatımla yukarıdaki felsefik anlatımın dışına çıkarak örnekleyelim;

Bir insanı düşünün lütfen.

Kolundaki bir sivilce için doktora başvurmuş olsun.

Doktor, böyle bir sivilcenin varlığının bütün vücudunun bütünüyle hasta olduğunu gösterdiğini söylüyor ve ekliyor

“Sivilcenin iyileşmesi için, bütün vücudunun iyileşmesi gerekiyor.

Ben sivilceyle değil, senin vücudunla ilgilenmek durumundayım.

Bunu yapabilmek için de dışarıdan bir müdehaleyle ilaç verebiliriz.

Karantinaya alır, gerekli müdahalelerle senin kendini iyileştirmene yardımcı oluruz."

Peki bunun Ortadoğu ve Türkiye ile ne alakası var, bunu yazmadan önce sizlerin de bildiği bazı politik konuları aktarmak istiyorum:

İSRAİL (siyonizm)

ABD,

AB

Bunların ortak hareket ettiği malum. Planlama merkezinin PENTOGON olduğu da malum.

Ortadoğu'daki görünen ekonomik payın ele geçirmesi ise de asıl hedefin İsrail'in korunması.

Buraya kadar anlaşılmayan ne var?

Gayet basit ve anlaşılır bir hedef.

Daha evvel bu grubun politikası neydi?

Gir, müdahale et ve parçalanması için yardımcı ol, akabinde sınırları değiştir...

Bunda değişen ne oldu?

PENTOGON masası 2009-2013 tarihleri arasında Dışişleri Bakanı olan "Hillary Diane Rodham Clinton" sayesinde “Gir-müdahale et politikası” HOLİZM politikasına döndü.

Yani dedi ki; “siz hastasınız, sizde demokrasi yok, demokrasi kesintiye uğramış biz size hastalığı yenmeniz ve demokrasi getirmeniz için ancak yardımcı olabiliriz.”

Olay burda başlıyor aslında.

HER ŞEY PLAN DAHİLİNDE...

Bu üçlü grup Ortadoğu'da istikrarsızlaşma politikasına imza attılar.

Nedenini bir daha altını çizerek yazmakta fayda var.

“Ekonomi” evet ilk sırada bu olsa da asıl mesele İsrail'in korunması gözetimi güçlenmesi.

Her adım bunun için atılıyor, her mutabakat bunun için yapıyor.

Bunun için Destabilizasyon uygulanmaktadır.

Nedir bu?

Kısaca; İstikrarsız bir hale gelme. İstikrarsızlaştırma.

Mevcut hükümetten desteğini çekme.

Halktan gelen veya siyasi desteği çekerek bir hükümeti zayıflatma süreci (destabilisation olarak da yazılır). Dengeyi bozma. Dengesizleştirme...

Düşünmekte fayda var.

Ortadoğu'da bu politika gerçek anlamı ile var mı acaba?

Bu neden yapılır? İsrail'in güvenliği için.

Plan, proje ve uygulama.

Yeter ki İsrail güvende olsun, gerisi boş ABD ve AB için.

Bu plan içerisinde 22 ülke ‘hasta adam’ statüsünde sayıldı ve çeşitli makalelerde anlatıldı.

Bu 22 ülke için plan neydi?

Sınırların ve rejimlerin değiştirilmesi...

Bunu açık net olarak yazdılar ve anlattılar.

İşte adı net olarak Hillary Clinton tarafından konulan bu projeye ‘HOLİZM’ adı verildi.

Yukarıda da anlattığımız üzere...

Irak müdahalesi gibi müdahalelerden vazgeçildi.

22 Devlet hasta ilan edildi ve tedavi süreci başladı.

Ne Dediler?

“D E M O K R A S İ Y O K (!)

Kendinizi iyileştirin.”

Biz size yardımcı oluruz.

Ancak,

tedavi süresini kısaltmak için ilaç verebiliriz.

Verdiler mi?

Hem de ne ilaçlar verdiler...

Nedir bu ilaçlar?

Silah ve mühimmat.

Muhalif gruplar oluşturuldu, bunlar tek cephede değil bir kaç cephede sanki birbirinden ayrı grupları gibi gösterildi.

Ellerinde en ağır silahlar ile demokrasiyi geri getirmek için iç savaş başlatıldı, ayaklanmalar yapıldı, senaryolar yazıldı, aktörler belirlendi. Öyle ki bu iyi aktör kötü aktör ayrıntısına kadar uygulamaya sokuldu.

İç savaş çıkarmak için eğitilmiş kişiler gönderildi.

Eğitimler verildi. Destek için havadan bomba yağdırıldı ve iç savaş karmaşık hale getirildi.

İlerleyen günlerde bu devletler ve bu devletlere yapılanları tek tek inceleyeceğimiz için burada ön bilgi veriyorum.

ABD ve AB askeri eğitim almış, dili ve dini çok iyi bilen kişileri yıllar öncesinden bölgeye göndererek alt yapıyı kurdu.

Nedir, bunların istediği bölgede istikrar olmasın.

Kendi kafalarına, kendilerine bağımlı, sömürüye açık ama adına ‘DEMOKRASİ’ dedikleri rejimi Müslüman ülkelere enjekte etmek.

Onların Demokrasiden anladıkları kendilerine bağımlı, İsrail'in güvenliğini ön plana çıkaracak bir köle demokrasi rejimi.

Bunlar için algılama yöntemini kullandılar.

Siyasi baskıyı kullandılar.

Basın yayın organlarını kullandılar.

Önce, tehlikeli devlet kategorisine sokarak hasta ilan ettiler.

Irak! Hatırlayın. Saddam'ın elinde kimyasal silahlar var dediler sonra her şey olup bittikten sonra özür dileriz kimyasal silah yokmuş dediler. Irak ne halde şimdi?

Peki Suriye'de bu neden tökezledi?

Suriye'de aynı senaryo uygulanmadı mı?

Hasta Devlet ilanı yapılmadı mı?

Muhalif gruplar oluşturulmadı mı?

Hepsi yapıldı... Peki neden sonuç alınamadı?

Suriye ABD tarafından önce ‘Haydut Devlet’ ilan edildi.

Sonrasında da dedi ki Suriye Haydut Devlet değilmiş, yanıldı iyi müttefik.

Türkiye’de sen ilişkilerini sıcak tut, geliştir size kardeş ülke olmak yakışır diye gündem oluşturdular.

Türkiye boş durur mu hemen ilişkileri düzene soktu, kardeş ülke ile pozlar verildi.

Ortak Bakanlar Kuruluna kadar kuruldu.

Bunlar hep ön hazırlıkmış, sonradan ortaya çıktı.

Sonrası daha da vahim.

Şeytan Üçlüsü!

Türkiye ile Suriye!

Suriye, Fransız sömürgeciliğine boyun eğerken, Türkiye kendi kurtuluş mücadelesini veriyordu.

Türkiye başardı.

1923'de Cumhuriyeti ilan etti ve prensiplerini deklare etti.

Suriye 1946 yılına kadar Fransız işgalinde kaldı.

Fransız yönetimi, önemlidir; İskenderun Sancağı altında Hatay'ı yönetti.

Hatay'ın 1938 yılı Milletler Cemiyeti gözetiminde Türkiye'ye katılması hiç bir zaman kabul edilmedi.

Suriye yönetimini Hatayı sınırları içinde göstermesi daim bir problemdi.

1.Hatay iki ülke arasında devamlı sıkıntı oluşturdu.

2.Suriye, Fırat nehrinin uluslar arası sular kapsamında değerlendirilmesini talep etti.

3.PKK sözde lideri Apo'nun korunup gözetimi.

1998 yılı ise önemlidir.

İki devlet arasında savaş sinyalleri artmaya başladı.

Sınır asker kaynıyor, istihbarat hızla bilgi topluyor, uçaklar yüklü vaziyette bekliyordu.

İskenderun Körfezi'nde tatbikat başladı.

9 Ekim 1998 tarihinde sözde lider Apo tarifeli bir uçağa bindirdikten sonra soluğu Atina'da aldı.

20 Ekim'de Suriye ile ilişkiler Ankara Protokolü ile düzelmeye başladı.

İkili ziyaretler, ikili ilişkiler.

Yıl 2000...

Hafız Esed ölür.

Artık Suriye'nin başında oğul Esed vardır.

Şeytan üçlüsü ise boş durmuyor Türkiye üzerinde plan ve projeleri ile gündem oluşturuyordu.

15 Şubat 2002

TGRT televizyonunda Rahmetli Aytunç Altındal bir saatlik bir programa çıkar.

Söyledikleri o gün için bir komplo teorisinden öte değildir.

Lakin bugün pratiğe geçmiş önemli tespitlerdir.

Ne diyor Rahmetli;

"Gaye İsrail'in güvenliği. Üçlü ittifak ortak bir karar ile Türkiye'de iktidarda görmek istedikleri ismi belirledi Recep Tayyip Erdoğan...

Nedeni ise gayet basittir. Türk Silahlı Kuvvetlerini zayıflatmak, istenilen düzeye çekmek.

Bunu yapabilecek askere taviz vermeyecek gerekeni harfi ile yapabilecek lider ise Sayın Erdoğan'dır. "

Bu konuyu ileri aşamalarda ince detayına gireceğimiz için bu bilgiyi vermek ile konuyu bağlayalım.

Aytunç Altındal’ın konu ile ilgili görüntülerini ve ses kaydını internet üzerinden izleyebilirsiniz.

Bütün projeler hazırdı. Cemaat ayağı ise CIA destekli çalışmalar yapıyor diğer cemaatlerin İngiliz bağlantıları ile iş birliği yapmaktan çekinmiyor, kapalı kapılar ardında PEKAKA şakisine istihbarat sağlıyordu.

Meşhur reddedilen tezkere neticesinde ABD, B planı ile iktidara getirdiği AKEPE hükümetine Şam ile yakınlaş mesajını iletti.

Nisan 2003...

İran, Suriye ve Türkiye. Üçlü bir anlaşmaya imza attı.

Konu kısaca "bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engellemek” olarak özetlenebilir.

İSRAİL RAHATSIZDIR... Her ne kadar ABD ve AB bu konuda güvence verse de İsrail rahatsızdır.

Kürt devleti İsrail'in istediği kendine bağlı koruyucu ve uydu devleti olacakken üçlü bir anlaşma ile iş değişir. Türkiye söz dinlemeyen evlat konumundadır ve İsrail ipleri eline almak için harekete geçer. ABD ve AB nin karşı olmasına rağmen 2008 yılında Gazze'ye saldırılar düzenlemeye başlar.

Türkiye devrededir ve İsrail ilişkileri çökmüştür. Tam da ABD'nin istediği gibi giderken Suriye, İran ve Türkiye sıcak ilişkiler içine girmiş iken.

ABD VE AB İsrail'in baskısına dayanmayarak bütün planları erkene aldı.

2010...

Arap coğrafyası hasta adamdı ve tedavi edilerek DEMOKRASİ getirilmesi gerekmekteydi.

2011 “Arap Baharı” adındaki istikrarsızlaştırma planı Suriye'nin kapısına dayandı.

Türkiye ABD ve NATO isteği ile Suriye'ye reformlar paketi sundu.

Daha da ileri giderek,

Devrin Başbakanı Davutoğlu reform paketi ile Şam'a gitti.

Teklifi iyi okuyun lütfen... Hatta iki kere okuyun.

1.OLAĞANÜSTÜ HAL UYGULAMASINI KALDIRIN...

2.ORDUYU ŞEHRE SOKMAYIN...

3. KÜRTLER'E KİMLİK VERİN...

Şimdi ne anlama geliyor bu varın tahlilini siz yapın.

Beşer Esed Türkiye'den gelen yazılı metni Rus generallerin önünde çöpe atarak Türkiye'ye kapıları kapattı.

15 Nisan tarihi, ipleri koptuğu tarihtir.

Önce sayın Erdoğan’ın özel temsilcisi sıfatıyla HAKAN FİDAN Şam'a gitti.

Sonra Davutoğlu...

Kapılar açıldı, ilk mülteciler içeri alındı.

Esed, Nuh diyor peygamber demiyordu...

11 Ağustos 2011’de Erdoğan şu açıklamayı yaptı:

"Ben lafı eğip bükmeyi sevmem, samimi bir ifadeyi burada kullanmak istiyorum. Deniz tükenmektedir, bu yol çıkmaz sokaktır. Dökülen kan, halkınızla aranızdaki bağı kopartıyor. Her damla kan, uluslararası toplumu size karşı önlem almaya biraz daha yaklaştırıyor."