İnsanoğlu var oluşundan bu yana hep bir şeylere inanma ve tapınma ihtiyacı duydu. Güneşe, aya, ateşe ve hayvanlara karşı olan tapınmalar, gün geçtikçe tarifi zor ve hatta imkânsız varlıklara dönüştü. Her topluluk, göremediği ama tüm insanlığı, hatta var olan her şeyi yöneten bu varlığa, farklı farklı isimler verdi. Kabilesel olan tüm inanışlar, yerini toplumsal hareketlere bıraktı ve buna da bir isim verildi; “DİN”

Yaşadığımız, ev, iş, aşk, siyaset, ticaret ortamlarının hepsinde başarıya ulaşabilmenin tek yolu var aslında; “İKNA YETENEĞİ”. İkna kabiliyeti yüksek kişilerin, yaptıkları her işte başarılı olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Ancak bu durumu, lider olarak ortaya çıkarılan kişilerin sadece simgesel olarak orada göründükleri, esas beyinin ise, ikna kabiliyeti yüksek olan ve kendilerini arka planda konumlandıran insanlar oldukları gözümüze çarpıyor. Buna da günümüzde “DERİN DEVLET” diyoruz. Aslında bu model, çok eskilerden beri gördüğümüz, çoğumuzun bir parçası olan ağalık modeli ile çok benzerlik gösterir. Her ağanın bir sorumluluk alanı vardır ve o bölgeden gelir elde eder, insanları kulları gibidir ve herkes o ailenin varlığı için yaşar ve durmadan çalışır. Dünya da tam böyle işliyor işte. Dünyanın genelini yöneten büyük aileler var ve bu ailelere hizmet eden bölgesel aileler var. O aileleri ayakta tutan, büyük ailelere olan bağlılığı ve faydası.

Peki, Din bunun neresinde?

İnsanları bir arada tutabilmenin ve etraflarına görünmeyen bir duvar örebilmenin tek yolu, onları manevi bir kelepçeyle kontrol altına alabilmektir. Şükür duygusu ile yetinmelerini sağlamak ve pastadan pay alma isteklerini törpüleyen sevap-günah ikilemi arasında boğuşmalarını sağlamaktır. Din, bu ailelerin en büyük silahıdır. Çünkü insanın ruhunda birine inanmak, onun peşinde gitmek veya ona biat etme arzusu yatar. Bunu ne kadar bastırmak isterse istesin insan, tek gerçek budur ve bu gerçek, o büyük aileler tarafından kullanılır. Dil değişebilir, renk değişebilir ve hatta din bile değişebilir ama her coğrafyaya özel televizyon programlarıyla etki altına alınır halk. Format aynıdır; temiz yüzlü ve hitap yeteneği düzgün bir kişi, bir topluluğa konuşur, tam dikkat dağılırken etkileyici bir tasavvuf müziği girer araya, ağlamalar, bağırmalar ve o an için o insanlar, ülkeyi yönetenlerin tüm sorunlarını unuturlar. Hatta kendi fakirliklerini ve ödemeleri gereken faturaları bile unuturlar. Bu, her yerde böyledir.

Devleti yönetenler bunun neresinde?

Devleti yönetenler, aslında bölgesel yönetimi elinde bulunduran ailelerin temsilcileri. Onlar tarafından tespit ediliyorlar, dünyayı yöneten ailelerin belirlediği programa riayet ediyorlar ve zamanı geldiği zaman, devleti yönetmeye başlıyorlar. Bu süreç, dünyanın her yerinde aynı şekilde ilerliyor. Yani; yukarıda bir düzen var ve bu düzen, kendi refahı için dünyaya, arada bir ayar veriyor. Bu ayar nedeniyle, birbirlerine bir şey olmuyor ama altta yer alan millet perişan oluyor. Anlayacağınız; “Filler sevişiyor, çimler eziliyor.”

Hülasa; kendi ülkemizden ele alırsak, aynı sıkıntıyla karşı karşıya olduğumuz ve 1950’li yılların ortalarından bu yana, hürriyetimizi ve devlet yönetimimizi, bir başka ülkenin emrine sunduğumuz aşikârdır. Bu durumu değiştirebilecek bağımsız kişilere ihtiyaç vardır. İdeal artık TURAN değildir. Mevcudu en iyi şekilde koruyabilmek ve geleceğimizin emanetine gözümüz gibi bakabilmektir. Unutmayın ki; ne başka Türkiye var, ne de bizim bizden başka dostumuz!