Ocak 1933… Ekonomik krizin en kötü zamanlarında F. Roosewelt, ABD Başkanı oldu.

Warner Bros şirketi, içinde Ginger Rogers, James Cagney, Bette Davis, Loretta Young, Douglas Fairbanks Jr ve diğer yıldızları taşıyan treni, Roosewelt’in açılış konuşması yapacağı 4 Mart gününe kadar ülkeyi dolaşması için Los Angeles'tan 20 Şubat 1933'te hareket ettirdi. Artık Hollywood ve Pentagon eleleydi. Trenin geçtiği yerlerde halk, trene hücûm ediyor; ekonomik krizi unutuyordu.

Hollywood sinemasında star kavramının hem ekonomik olarak hem de politik olarak özel bir anlamı vardır.

20’li yıllarla birlikte star kavramının önemi anlaşıldığında rakip film şirketleri, birbirlerine karşı örgütlendiler. Güzellik yarışmaları tertiplendi; hayran mektupları devri başlatıldı. Starların özel hayatları, kamusal ilgi alanına sokuldu.

Gazeteler, çok para kazanan starların özel hayatlarını en ince ayrıntılarına kadar yazmaya başladılar. Evlilikler ve boşanmalar bile ayarlandı. İnsanlar, hayran oldukları film yıldızlarına mektuplar yazmaya başladılar. Film yıldızlarının her şeyleri merak ediliyordu. Kaç yaşındaydılar, kiloları kaçtı, formlarını nasıl koruyabiliyorlardı?

Niçin evlenmediklerinden, kullandıkları yüz kremine kadar her şey, seyircinin ilgi alanındaydı. İlk zamanlarda film izlemeye giden insanlar, starların filmini izlemek için sinemaya gittiler.

1920’li yılların başında, her hafta milyonlarca insan sinemaya gidiyordu. Bu kadar insanın sinema salonlarına akın akın gitmesi ve perdedeki filmden etkilenerek evine dönmesi, çok önemliydi.

F. Roosewelt, starların halkı etkileme gücünü çok iyi tahlil etti ve bundan faydalandı. Hükûmet politikasını halka direk anlatmak yerine filmlerle anlatmak, starların tesîr gücünden faydalanmak, daha etkili bir yoldu.

2. Dünya Savaşı’na girmek istemeyen Amerikalılar, 1942’de çevrilen Casablanka filmiyle iknâ edildi. Savaş boyunca sinema, politik bir vazîfe gördü. Starlar, askerlere destek için moral gecelerine katıldılar. Japonya’ya atom bombası atmak gibi bir insanlık suçunun savunması, filmlerle yapıldı; hâlâ da yapılıyor.

Amerika, sâdece kendi halkını oyalamak için değil, ekonomik ve siyasî ilişkiler içinde olduğu, sömürdüğü ülkelerin halklarını oyalamak için de sinemayı kullandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri Orta Doğu’ya gözünü diktiğinden Türkiye ile ilişkilerinde de zaman zaman Hollywood starlarını devreye soktu. 30 yılların gazetelerine baktığınızda, Türkiye’nin nerede olduğunu bilmeyen Amerikalı starların Türk halkına selâm gönderdiğine rastlayabilirsiniz.

Zamanla Amerikalı starlar, iyi niyet (!) elçisi olarak ülkemize gelmeye başladılar. Kirk Douglas, 1964’de geldiğinde ortalık sallandı. Hiç kimsenin aklına Johnson Mektubu’yla gerilen Türkiye-Amerika ilişkileri gelmedi. Douglas, İsmet İnönü ile görüşüp gitti.

Türkiye’ye gelecek yıldızların kültürümüzle ve milliyetimizle yakın bağ kuran söylemleri, gelmelerinden önce basında yer alıyor. Birinin arabasından seccâde çıkıyor, diğerinin eline Kuran-ı Kerim veriliyor.

Bu haberler o kadar etkili oluyor ki bâzen kendileri bile gördükleri ilgiye şaşırıyorlar. Film festivallerinde, Türkiye aleyhine filmlerde rol alan artistlere “onur ödülü” veriliyor. İslâm’a ve Türklüğe yakınmış gibi davrananların Müslüman olduğu haberleri yayılıyor. Starlar, Amerikan adâletini ve merhametini anlatma vazîfeleri bitince ülkelerine dönüp eski hayatlarına devâm ediyorlar.

Geçen sene Türkiye’ye gelen Lindsay Lohan’a kampları dolaştıran, sonra da onun vesilesiyle Amerikan merhametini öven, maalesef bir başörtülü gazeteciydi. İşin garibi Lohan’ın başörtü gösterisini İslâmcı basın havada kaptı ve Hz. Râbia muâmelesi yaptı. Müslüman olduğunu i’lân eti. Angelina Jolie, Türkiye’ye geldiğinde, son derece isâbetli bir çıkışla “Bu kadının burada ne işi var?” diyen Devlet Bahçeli, Lohan hakkında tek kelime etmedi.

KİM KİMİ SALLIYOR?
İktidar ve sinema ilişkisi hakkında yazacak çok şey var. Bizde de iktidarlar, her zaman sinemanın gücünden faydalandı. Akıllı bir iktidar da bunu yapmalı.

1997 yapımlı Barry Levinson'un yönettiği Wag the Dog filmi, İktidar-medya ilişkisini şöyle özetler.

“Köpek, neden kuyruğunu sallar? Çünkü köpek, kuyruğundan daha akıllıdır. Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı köpeği sallardı.

Akıl, köpektedir. Bu yüzden kuyruğunu istediği gibi sallar. Yâni iktidar, medyayı yönlendirir. Kuyruk köpeği ne kadar sallarsa sallasın sonunda köpek son sözü söylemektedir. Medya var olan gündemi değiştirebilir, olaylara yön verebilir ve izleyicileri yanlış bilgilendirebilir. Yine de güç iktidardadır. Yâni medya ne kadar güçlü olursa olsun iktidar ne isterse o gerçekleşir. İktidarın istediğini yerine getirmeyen medya yok olur.”

Ama..

Sorun şu ki amacınız ile amacınıza ulaşmak için kullandığınız araç arasında uyumsuzluk varsa her şeyiniz arabesk hâle gelir. Magazin figürlerini kullandığınızı sanırsınız ama kimin kimi kullandığı, kimin kime benzediği birbirine karışır.

Somut bir örnekle bitireyim. Şule Yüksel’in Huzur Sokağı, İslâmî kesimde ve sinemada bir kilometre taşıdır. Fakat geldiğimiz noktada, Şule Yüksel’in bir anlamı kalmadı. Başörtülüler, filmdeki Feyza’ya benzemek derdinde.

Porselen ciltler ve fazla yağlar, sâdece starların değil, hepimizin derdi.

Kem âletle güçlü olabilirsiniz, iktidarınızı sürdürebilirsiniz ama kemâle eremezsiniz.