1960’lı yılların ortaları… Henüz ortaokul öğrencisi idim. O yıllarda ilçemizde üç ilkokul ve bir de ortaokul vardı. Ortaokulumuzun yanına lise için bir ek bina yapılıyordu. Devrin Başbakanı rahmetli Demirel ilçemizi teşrif edip Cumhuriyet Meydanı’nda konuşurken o sıralarda ilkokul öğrencisi olan dayıoğlu birlikte bir pankart açmış, Başbakan’a gösterebilmek için kıpraşıp duruyorduk. Görünce de bizi azarladı: “İndirin o pankartı; ben vatandaşlarımı görmek istiyorum!..”

Pankartta şu cümle yazıyordu: “İmam Hatip Okulu İstiyoruz!”

Yani ben, bir ortaokul öğrencisi iken İmam Hatip Okulu istediği için devrin Başbakanı’ndan fırça yiyen biriyim. Sonra liseyi ve üniversiteyi bitirip hayata atıldım. O pankartı birlikte tuttuğumuz dayıoğlu ise İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi öğrenimlerini tamamlayıp ilçemizde açılan İmam Hatip Lisesi’nde müdürlük bile yaptı. Anlaşılacağı üzere İmam Hatip Liselerine karşı olan biri değilim.

Bu konuya durup dururken girmedim tabii. Malum, Erol Mütercimler, katıldığı bir televizyon programında İmam Hatipler ve mezunları hakkında ileri geri bazı laflar söylediği için büyük tepki aldı, sonra da özür diledi. Doğrusu dinlemediğim için neler söylediğini tam olarak bilmiyorum. Ancak lâf ağızdan bir kere çıkıyor ve sonra ne dersen de, ne yaparsan yap söylenmemiş gibi olmuyor. Söylenmemiş gibi olmasını becerenler yalnızca siyasetçiler!..

Tarih bilgisine, özellikle askeri denizcilik konusundaki ihtisasına ve genel kültür derinliğine rağmen Erol Mütercimler’in yüzüne, tavırlarına, jest ve mimiklerine baktığım zaman büyük bir kibir abidesi gördüğüm için pek de hazzettiğimi söyleyemem. Keza, kibir abidesi olan ve adeta bırakın küçük dağları, “Büyük dağları bile ben yarattım” havasında olan siyasetçileri de sevemediğim gibi...

Atalarımız, “Bin düşün bir söyle” diye boş yere söylememişler. Herkes ne söylediğine ve sonunun nereye varacağına dikkat etmek zorundadır. Şimdi geçelim işin öbür yönüne…

İmam Hatip Mektepleri de, tıpkı Diyanet İşleri Başkanlığı gibi Atatürk zamanında açıldı. Osmanlı döneminde “Medâris-i İlmiye” ve “Dârü’l Hilafe” adlarında iki tür medrese vardı. 3 Mart 1924 tarihinde TBMM’de kabul edilip 6 Mart 1924’te yayınlanarak yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu ile bu kurumların yönetim ve denetimlerinin Maarif Vekâleti’ne devredilmesinin ardından söz konusu medreseler kapatılarak İmam Hatip Mektepleri’ne dönüştürüldü. Bu mekteplerde dini eğitimin yanında hüsn-i hat, Fransızca, tarih, toğrafya, cebir, nebatat, fizyoloji, musiki, ruhiyat (psikoloji), içtimaiyat (sosyoloji) gibi ilimler de okutuluyordu ki dört başı mamur, bilgili ve kültürlü din adamlarının yetiştirilmesi amaçlanmıştı.. Geçen zaman içerisinde yapılan düzenlemelerle müfredat daha çok meslek derslerine kaydırılınca bir bakıma geriye dönüş oldu. O yıllarda İmam Hatip Lisesi mezunlarının üniversitelerde her bölüme girememeleri ya da sınavlarda başarılı olamamalarının en önemli sebeplerinden biri de budur ama nedense görmezden ve bilmezden gelinir.

Laikliğin ilanından sonra getirilen bazı düzenlemelere karşı çıkan çevreler “Halkın dini bakımdan cahil bırakılmış olduğunu” iddia etseler de doğru değildir. Bu tamamen “Benim oğlum/kızım bina okur, döner döner yine okur” anlayışının devam ettirilerek Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmadan “yüzüne” tabir edilen tarzda Arap harfleriyle okunmasını Müslümanlık sananların dayatmasıdır. Çünkü İslamiyet’in gerçek anlamıyla öğrenilmesi işlerine gelmiyor, insanları yalan yanlış bilgilerle, hurafe ve efsanelerle peşlerinden sürükleyerek toplumda yer edinmek işlerine geliyordu. Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra giderek bilimden uzaklaşılması Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmiş olmasına rağmen Cumhuriyet’ten sonra da aynı anlayışı sürdürmek isteyenlerin inadı günümüzde de sürüyor. Öyle ki, gözlerimiz “Okuyanları gördükçe hafakanlar basıyor” diyen profesörleri bile gördü, kulaklarımız da söylediklerini duydu. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde ilmin öneminden, akletmekten, düşünmekten bahsedilmesine rağmen bunları görmezden, duymazdan gelen birtakım “şeyh” kılıklı hoca efendiler cahilane sözlerle milleti kandırıp peşlerinden sürüklerlerken “Aydın din adamı” olması gereken İmam Hatipliler, İlahiyatçılar ve Diyanet yetkilileri sessiz kalarak adeta onların peşinden sürüklendiler. İşte bu yönü ile ben de onları eleştiriyor, eleştirmekle de kalmayıp kızıyorum.

Devleti yönetenlerin, eğitim sistemi ile 18 sene içinde kaç defa oynadıklarını gerçekten unutmuş durumdayım. Son yıllarda da çareyi İmam Hatip Liselerinin sayısını çoğaltmakta buldular. Her ile bir, bir de yetmez üç – beş üniversite açma saçmalığı gibi nerede ise her mahalleye bir İmam – Hatip Lisesi açıldı, açılıyor. Öyle ki çocuklara adeta başka tercih bırakılmıyor. Oysa Türkiye’nin asıl ihtiyacı bilim ve teknoloji dallarında, sanatın her alanında meslek liseleri açılmasıdır. “Dindar nesil” yetiştirmek için İmam Hatip Liselerinin sayısını artırmak çare değildir. Her kademede bulunan okullarda dini bilgileri de alan ahlâklı, dürüst, namuslu nesiller yetiştirmek gerekiyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Atatürk tarafından “İslam Dini’nin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” amacıyla kurulmuştu ama giderek bu amacından uzaklaştı, uzaklaştırıldı. Diyanet, günümüzde ise daha çok hissedildiği üzere tamamen siyasetin güdümüne girdi. Daha önce de yazdım, yine yazıyorum; piyasada “Şeyh” ya da “Hoca efendi” diye ortaya çıkan hurafeci ve sapık kişiler insanlar üzerinde daha çok etkililer ve milyonlarca kişiyi peşlerinden sürüklüyorlar. Kısacası, mensuplarının hemen tamamı İmam Hatip kaynaklı olan Diyanet asli görevini yapıp insanları aydınlatamayınca onlar karanlığa sürüklüyorlar. İşin garibi Diyanet İşleri Başkanlığı onlar hakkında suç duyurusunda bulunmuyor ve en son bir cinsi sapığın tutuklanmasından sonra lütfen bir kınama yapıyor. Oysa o cahil kişi tabir yerinde ise buzdağlarının yalnızca görünen bir parçası!

Keza, “Aydın din adamı” yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip Liselilerin dernekleri, vakıfları, İmam Hatip Lisesi öğrencilerini yetiştirenler, İlahiyat Fakülteleri’nin Senatoları, Profesörleri, Rektörleri de kabuklarına çekilmiş durumdalar. İslam ülkelerinin hemen tamamı kesinlikle İslamiyet’in özünden uzak bir anlayış içindeler. Din işleri dini bilmeyen ya da saptıranların yönlendirmesi ile yürüyor ki bu oldukça açık ve net. Ancak ne yazık ki “En iyisiyiz” diye övüne geldiğimiz Türkiye de giderek onlara benziyor. “İlim Çin’de de olsa gidip öğreniniz”, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu”, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışın” diye emirleri, prensipleri olan İslamiyet’in hocalarını, camilerde vaaz verenlerini, Cuma ve bayram hutbelerini dinleyin, araştırıp inceleyin bakalım; insanları korkutup karamsarlığa itmekten başka ne anlatıyorlar? Hele bazılarını dinleseniz Müslüman evden bile çıkmamalı, her şeyden elini eteğini çekmeli! Öyle ya, ilimle teknoloji ile nasıl olsa uğraşıp ortaya bir şeyler koyan kâfirler var!

İktidarıyla muhalefetiyle siyaset kurumu baştan aşağıya aklını başına almaz, Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri eyyamcılıktan kurtulup siyasetin gölgesinden çıkmazlarsa din giderek elden gidecektir. Dolayısıyla onların temelini oluşturan İmam Hatipliler de hep başkalarına kabahat bulmak yerine “iki el bir baş içindir” diyerek başlarını elleri arasına alıp “Biz nerede hata yapıyoruz da böyle oluyor” diye düşünmeleri, olup biteni sorgulamaları gerekir.