Toplum olarak bir çürümüşlük ve kokuşmuşluğun içindeyiz. Bunda şüphe yok. Bunun aksini iddia edenler ya da edecek olanlar varsa kesinlikle Türk Milleti’nin hayrını istemeyenler ve Müslüman görünerek mahallemizde salyangoz satanlardır. İşte bu kadar da iddialıyım.

Siyasilerin “ak” dediklerine sonradan “kara”, “kara” dediklerine de “ak” dediklerine alıştık ve adeta kanıksadık. Aslında bu çirkinliği kanıksamakla ve karşı durmamakla biz de o çirkinliğin içinde debeleniyoruz tabii. O siyasiler ki, sabah söylediklerini yatsıya kalmadan inkâr edebiliyorlar. Hani, sürüye kurt girdi diye sürü sahiplerini kandıran bir “Yalancı Çoban” hikâyesi vardır ya, zannımca o hikâyenin asıl kahramanı siyasiler iken onların şerrinden korkan biri vakti zamanında çobanlara uyarlamış ve öylece yayılmış olmalı!

Hiç unutmuyorum, rahmetli Mehmet Ali Birand, o meşhur 32. Gün Programına, yıllar önce Başbakanken Recep Tayyip Erdoğan’ı konuk etmişti. Söz “Başkanlık Sistemi”ne gelince Tayyip Bey, “Gönlümde var” dedi. Birand, konuyu açmak isteyince ve “Gönlümde var” ifadesinden tam tamına 11 (on bir) saniye sonra Tayyip Bey, “Ben öyle bir şey demedim” demesin mi? Bunun üzerine Mehmet Ali Birand öyle bir şaşırmıştı ki hayretler içinde, “Yaaa!” diyerek bandı geriye sardırıyordu. Oysa geçen zaman içinde görüldü ve yaşandı ki “Başkanlık Sistemi” yalnızca “gönülde olan”olan değil, amaçta olan bir şeymiş! Siyasilerin her biri ile ilgili daha ne örnekler var ne örnekler… Bunları geçmişte de yaşıyorduk, şimdilerde de fazlasıyla yaşıyor, görüyor, duyuyor; -kanıksadığımız için olsa gerek- bazen gülüp geçiyor, bazen de kahroluyoruz.

Siyasilerin bu tavırlarına alıştık. Türkiye’de gerçek anlamda gazetecilik, televizyonculuk ve habercilik yapılmadığı/yapılamadığı için “Gazeteci” etiketi taşıyan, “Gazeteci – Yazar” olarak tanınanların zırvalarını ve gözümüzün içine baka baka tükürdüklerini yalayıp bir anda fikir değiştirdiklerini de biliyoruz. Atılan manşetlerle yazılan yazıların, yapılan haberlerin zaman ve zemine, esen siyasi rüzgârlara göre nasıl değiştiği arşivlerde duruyor.

Hadi onlar öyle de, “Akademisyen” etiketi taşıyan ve isimlerinin önünde “Prof.”, “Doç.” yazanlara ne oluyor acaba ki verdiğimiz örneklerle aynı kazana girip haşlanabiliyor ya da aynı boya ile boyanıp renk değiştirebiliyorlar? Anladık; şahsiyetleri yok da, yaptıkları ilmin de bir haysiyeti yok mu?

Bir zamanlar, ilim adamlarına hürmet etmeyen sultanlarla sultanlara kul köle olup saraya kapılanmak isteyen âlimlere iyi gözle bakılmazdı. Günümüzde ise maalesef tam tersi oluyor. Televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde yer bulan bazı “titr” sahipleri siyasilere taş çıkartacak derecede takla atabiliyor, şaklabanlık yapabiliyorlar. Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilmek erdemliliktir. İnsanlık bunu gerektirir. İlim, araştırıp doğruyu, iyi ve güzel olanı bulmak için vardır. Ahlâk bunu ister. Gelin görün ki “İlim adamı” etiketi taşıyan bazıları esen rüzgâra, siyasi havaya göre sapmalar gösterebiliyorlar. İnanmasalar da eveleyip geveleyerek, tabir yerinde ise havanda su döverek, eyyamcılık yaparak vaziyeti idare etmeye çalışıyorlar. İç ve dış politika, memleket ekonomisinin durumu ve gündeme dair başka konularda bu tutum ve davranışları görmeye devam ediyoruz. Aslında bağımsız ve bağlantısız bir Yüksek Öğretim Kurulu olsa bu tür ikiyüzlülükleri cezalandırmaktan çekinmez. Çünkü millete doğruyu söylememek, kamuoyunu yanıltmak hoş değildir ve ilim adamlığı ile bağdaşmaz.

Peki, ya Diyanet mensupları, ya İlahiyatçılar?

İlim adamları için söylediklerimiz zaten onlar için de geçerli ama burada, “Ele veriri öğüdü, kendi kırar söğüdü” ya da, “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” durumu da söz konusu olduğu için dini boyut da işin içine giriyor ve taşınan vebal daha büyük. Diyanet İşleri Başkanlığı ne yazık ki tamamen siyaset kurumunun emrine girmiş durumda. “Suya sabuna dokunmaz” misali, hutbe ve vaazlarda erk sahiplerini rahatsız edebileceği düşünülen konulara hiç girilmediği gibi Diyanet İşleri Başkanı hemen her fırsatta Cumhurbaşkanı ile görülüyor. Hadi Cumhurbaşkanı aynı zamanda bir siyasi partinin Genel Başkanı olmasa yine hoş karşılanabilir ama sistem o sistem değil. Her fırsatta Hanefi Ekolü’nden, Sünni Müslümanlıktan söz eden Diyanet, her ne hikmetse bu ekolün kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, “Sultan sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmez” sözünü göz ardı ediyor. Diyanet İşleri Başkanı ve ekibi bu konuda Ebu Hanife Hazretlerinin başına neler geldiğini ama baskılara rağmen doğruluktan şaşmadığını benden daha iyi biliyorlardır.

Hal böyle olunca müftüler ve onlara bağlı imam efendiler de dini umdelere göre hareket etmek yerine siyasi rüzgârların önüne düşüp yuvarlanabiliyorlar. Mesela şu Bursa Müftüsü’nün söylediklerinin dinde yeri olduğunu söyleyebilen varsa beri gelsin: “Durmadan millet-devlet düşmanlığı yapanlar, hazır kapılar açılmışken mülteci taklidi yaparak ait oldukları yere defolup gidebilirler!” (Millet – Devlet düşmanlığı yapmaktaki ölçüsü nedir acaba?)

Hani, “İmam yellenirse cemaat neler neler yapar” demişler ya, bir takipçisi de cevap veriyor: “Onlar yapmasa da bu vatanın has evlatları olarak bir gün zaten yapacağız ve o günler de yakındır Allah’ın izniyle kıymetli hocam!”

Böyle bir durumda Müftü Efendi’nin, “Aman, yanlış anlaşıldım, böyle ayrımcılık yapmak bize yakışmaz. İnşaallah her şey yoluna girer. Kötü niyetliler varsa Allah onları ıslah etsin. Bize düşen budur” gibi yatıştırıcı cümleler kurması gerekmez mi? Oysa o, takipçisi ile birlikte kılıç elde yürüyor: “İnşaallah!..”

Bu durumda, Ebussuud’dan sonra Osmanlı döneminin en meşhur Şeyhülislamlarından olan Yahya Efendi ile o keskin dilli Şair Nef’yi anmadan geçmek olmaz değil mi?

Şeyhülislam Yahya Efendi Nef’i’nin şairliğini öven ama överken de O’na “kâfir” diyen bir kıt'a söyler:

“Şimdi hayli sühanverân içre

Nef'i manendi var mı bir şair

Sözleri seba'-i mu'allakadır

İmrü'l-Kays kendidür kâfir”

Nef'i de buna karşılık olarak şu cevabı verir:

“Müftü efendi bize kâfir demiş

Tutalım ben O'na diyem müselman

Lâkin varıldıktan ruz-ı mahşere

İkimiz de çıkarız orda yalan „

Bilmem, başka söze gerek var mı?